ibrahim@ibrahimberksoy.com.tr

'türkiye Yüzyılı'ndan 'yüzyılın Felaketi'ne-7
20 Şubat 2023, Pazartesi
'Türkiye Yüzyılı'ndan 'Yüzyılın Felaketi'ne-7
Deprem dersleri-Cumhuriyetin mühendis müteahhitleri
'Türkiye Yüzyılı'ndan 'Yüzyılın Felaketi'ne-7

“Türkiye Yüzyılı”ndan “Yüzyılın Felaketi”ne…

“Kahramanmaraş Depremi” üzerine Düşünceler-7

 

Deprem Dersleri-Cumhuriyetin Mühendis Müteahhitleri

1.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) yayımladığı bir raporda Kahramanmaraş depremlerinin ardında bıraktığı büyük yıkımın “teknik” nedenleri hakkında şu tespiti yapmış: “Binaların yaşı, temellerin oturduğu zeminlerin taşıma kapasitelerinin düşük olması, inşaatlarda kullanılan malzeme kalitesinin, kolonlar ve kirişlerin en kesit boyutlarının ve donatı miktarlarının yetersizliği gibi hususlar en belirgin yıkım nedenleri olarak görülmüştür." Raporda, Hatay ve Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesi gibi bölgeler için zemin sıvılaşmasına değinilerek şu tespit yapılmış: “Zemin sıvılaşmasının etkisiyle binaların temel sistemi özelliklerine bağlı zemine batarak ya binanın tamamı yana yatarak ya da kısmen sıvılaşan zemine batarak eğik vaziyette göçtüğü de görülmüştür.” Zemin sıvılaşmasına bağlı yıkımların çoğu tarım arazilerine, ovalara yapılan yapılarda görüldü. Bütün bu teknik tespitlerin ışığında raporda şu önerilere yer verilmiş: “Bilimsel temele dayanmayan imar affı, mühendislik hizmeti almamış, sağlıksız ve güvensiz yapı stokunu yasallaştıran düzenlemelere son verilmeli, doğal eşikler yeniden yapılanma sürecinde esas alınmalı, yeni planlama sürecinde kültür varlıkları hariç bu alanlarda yapılaşmalara izin verilmemelidir.”

Bilimsel gözlem ve analizlere dayalı değerli tespitler bunlar. İlgililerce mutlaka dikkate alınmalı.

 

2.

Ülkelerin gelişmişlik düzeyinin bayındırlık işlerinin gelişmişliği ile doğrudan ilişkili olduğu hep söylenir. 19. yüzyıl (1800’lü yıllar), önceki yüzyıllardaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler ışığında dünyada büyük dönüşümlerin yaşandığı bir yüzyıldı. Bu büyük dönüşüme ayak uydurabilmek için bizde 3 Kasım 1839’da Abdülmecid devrinde Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından Tanzimat fermanı okundu. Gülhane Parkı’nda okunduğu için bu ferman “Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu” olarak da anılır. Bu fermanla devlet idaresinde, toplumsal hayatta, bayındırlık işlerinde Batılılaşma esaslı bir dizi reformlar yapıldı. O dönemde bayındırlık işlerinin başlangıcı olarak yol yapım çalışmalarına ağırlık verildi. Şehirleşmenin gelişmesini teşvik için söylenen “yol medeniyettir” sözü o dönemden kalmadır. Daha sonra bu sözün yanına 20. yüzyılın başında “elektrik medeniyettir” sözü de eklendi.

Yol yapım işleri ile birlikte başlayan bayındırlık işlerinin devlet katında teşkilatlandırılması için 1838’de “Umur-u Nafıa Meclisi”,  1845’te “Nafıa Hazinesi”, 1848’de de “Nafıa Nezareti” kuruldu. Nafıa Nezareti’nin o dönemdeki en önemli görevi ülke sathında güvenli ulaşımı mümkün kılacak yol yapım işlerini gerçekleştirmekti. O dönemde Tarik-i Sultaniye olarak adlandırılan yol yapım faaliyetleri Osmanlı’da ticaret hayatının gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. Yol yapım işlerinden elde edilen tecrübeler ışığında Nafıa Nezareti her türlü bayındırlık işlerini (fabrika tesisleri kurmak, su yapıları inşa etmek, inşaat işlerini yürütmek, denetlemek vb.) yürütecek şekilde teşkilatlandırıldı. Kuruluşundan (1848) Nafıa Vekaleti’ne dönüştürüldüğü 1922 yılına kadar bayındırlık işlerinde gerek teşkilatlanma gerekse yapılan işler (demiryolları, limanlar, köprüler, yollar, su yapıları, fabrika binaları, sivil mimari yapıları vb.)  bakımından önemli tecrübeler edinildi. 1934’te Nafıa Vekaleti “demiryolları, limanlar, karayolları ve köprüler inşa etmek, PTT tesislerini kurup işletmek, su işlerini düzenlemek, devlet daire ve müesseselerinin her türlü yapı işlerini yapmakla” görevlendirildi. Nafıa Vekaleti’nin (Bayındırlık Bakanlığı) görev, yetki ve sorumlulukları kimi ufak tefek değişikliklerle birlikte 1980 yılına kadar sürdü. 1939 yılında Ulaştırma Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı’ndan ayrılarak ayrı bir bakanlık olarak teşkilatlandırıldı.

Şehirleşmenin gelişmesiyle birlikte 1958’de “bölge, şehir, kasaba ve köylerin planlanması, mesken politikası, yapı malzemesi konuları ile uğraşmak, afetlerden önce ve sonra gerekli tedbirleri almak, kentsel altyapıyı gerçekleştirmek ve belediyelerle ilişkileri düzenlemek” üzere İmar ve İskân Bakanlığı kuruldu. 1983’te İmar ve İskân Bakanlığı ile Bayındırlık Bakanlığı birleştirilerek Bayındırlık ve İskân Bakanlığı kuruldu. Geçmişteki Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın görevlerini günümüzde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yürütmekte.

1848’den başlayarak bayındırlık işleriyle ilgili olarak 150 yılı aşkın süre içerisinde gerek kurumsal kapasitede gerekse teknik altyapıda elde edilen büyük birikimin gerisinde hiç kuşkusuz mühendislik eğitimindeki yetkinlik vardı. Osmanlıdan günümüze üniversal anlamda mühendislik eğitiminin tarihi yaklaşık 250 yıllık bir tarihtir. Günümüzde İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) adıyla bilinen mühendislik eğitiminin temeli 1773 yılında kurulan Mühendishane-i Bahr-i Humayun (Deniz Mühendishanesi) ile 1795’te kurulan Mühendishane-i Berr-i Hümayun’a (Ordu Mühendishanesi) dayanır. Ardından 1883’te Hendese-i Mülkiye (köprü ve yol mühendisliği okulu), 1909’da Mühendis Mekteb-i Âlîsi, 1928 Yüksek Mühendis  Mektebi, 1941 Yüksek Mühendis Okulu ve nihayet 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi açılır. Bu büyük teknik eğitim birikiminin yanı sıra 1950 sonrasında devlet bürokrasisine teknik kadro yetiştirmek üzere bölgesel teknik üniversiteler kuruldu. 1955’te Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ), 1956’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), 1968’de Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi kuruldu. Üniversitelerin yanı sıra ülkenin teknik eleman ihtiyacını karşılamak üzere Devlet Mühendislik Mimarlık Akademileri (DMMA) açıldı.

Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından 1950’ye kadar inşaat müteahhitliği yapanların çoğunluğu İTÜ’den mezun olmuş yüksek mühendislerdi. O dönemde inşaat müteahhitliği henüz kurumsallaşmamıştı. Birkaç aile şirketi eliyle yürütülmekteydi müteahhitlik işleri. İTÜ o dönemlerde (40’lı, 50’li, 60’lı yıllarda) yüksek lisans derslerini de kapsayacak şekilde 5 yıllık bir mühendislik eğitimi sonunda mezunlarına yüksek mühendis diploması veriyordu. İlk müteahhitler devletten başlangıçta altyapı işleri (sulama ve yol işleri) ile ilgili ihaleler alıp bunları başarıyla tamamladılar. O dönemlerde TBMM’de müteahhitlik yapan mühendis milletvekilleri de vardı, ancak milletvekillerinin müteahhitlik işleriyle uğraşması yasaktı. Bu dönemin müteahhitleri eliyle yapılan kimi önemli inşaat işleri arasında şunlar sayılabilir: Gazi Terbiye Enstitüsü, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Ziraat Enstitüsü, Ordu evi, Milli Müdafaa Vekaleti, Genel Kurmay Riyaseti, Merkez Bankası, Saraçoğlu Mahallesi, Etimesgut Uçak Motor Fabrikası, Adana Adliyesi, Dolmabahçe Stadı, Keçiören Verem Hastanesi binaları vb.

50-60 arası dönem yatırımların arttığı, buna bağlı olarak da mühendisliğin, müteahhitliğin geliştiği bir dönemdir. İlk iş olarak Mersin Limanı’nın ıslah işi üstlenilir. Daha sonra DSİ’nin baraj ve sulama işleri, NATO’ya girmemizle birlikte NATO’ya bağlı işler, akaryakıt tesisleri, hava meydanları vb. üstlenilir. Bu dönemde yeni müteahhitlik şirketleri kurulur. Bu şirketlerin hemen hepsi de devletten büyük altyapı işleri (DSİ, Karayolları, NATO, İller Bankası, Milli Savunma Bakanlığı işleri vb.) alarak büyüyüp gelişmişlerdir. Bu durum 60-70 arasında da sürmüştür. Bu dönemde de yeni müteahhitlik şirketleri kurulmuş, bu şirketler yol, baraj gibi uzun süreli işlerin yanı sıra giderek yap-sat işlerine, deprem konutları inşasına, toplu konut yapımına, turistik tesis yapımına yöneldiler. Bu şirketler ayrıca yeni yeni yurtdışında da müteahhitlik işleri almaya başladılar. 70-80 yılları arasında da bu eğilim artarak sürdü. Artık müteahhitlik sektörü devlete bağlı olmaktan giderek kurtuluyor, özel sektörün işlerini üstlenmeye yöneliyordu. Bu durum inşaat sektöründe istihdam artışını da beraberinde getirdi. Bu sayede inşaat malzemelerinin kullanımı belirgin bir biçimde arttı. Tüm bunlar inşaat sektöründe önemli bir canlılık yarattı. Nüfusa ve ihtiyaçlara bağlı olarak inşaat sektörünün önemli ölçüde büyümesiyle birlikte inşaat müteahhitliği de giderek kurumsallaştı. Küçük aile şirketleri yerini giderek büyük inşaat şirketlerine bırakmaya başladı. Sektörde istihdamın yanı sıra mühendislik gücü, teknolojik birikim ve fikri mülkiyete dayalı teknik bilgi değerli bir rekabet unsuru haline gelmeye başladı. Bir yandan da büyük çaplı inşaat işlerinin finansmanı için finansman modelleri (yap-işlet-devret, ortaklık vb.) banka, kredi, sigorta gibi konular gündeme geldi. 80-90 arasında birbiri ardına yeni inşaat ve taahhüt şirketleri kurulmaya başladı. 90’lı yıllarda kurulan bu inşaat şirketleri yurtdışı müteahhitliğine başladı. İlk olarak Libya’da ciddi miktarlarda işler üstlenildi. Bu tecrübeyi Rusya, Balkanlar, Körfez kriziyle birlikte Irak’tan (Kuzey Irak) alınan işler izledi. İç ve dış pazardaki inşaat sektöründeki hızlı artış 1990-2000 arasında da sürdü. 2001 krizinin ardından ise hızlı bir toparlanma sonucunda o günlerden bugüne değin inşaatla yatar inşaatla kalkar olduk. Bugünlere gelindiğinde artık her bakımdan kontrol edilemez büyüklükte bir inşaat sektörü ve onun aktörleriyle (müteahhitler, mühendisler, mimarlar, inşaat ustaları, yapı denetim firmaları, bakanlık, belediyeler vb.) karşı karşıyayız.

Ülkemizde esas olarak 1950’den itibaren ivmelenen inşaat sektöründe inşaat müteahhitliğinin 1933’te başlayan ilk örgütlenme çalışmaları 1952’de kurulan Türk Müteahhitleri Birliği Derneği ile amacına ulaşır. Dernek statüsünde, kâr amacı gütmeyen bir meslek kuruluşu olarak faaliyet gösteren birlik dönemin mühendis müteahhitleri tarafından yönetilir. Öte yandan 1964’te Türkiye İnşaat ve Tesisat Müteahhitleri İşveren Sendikası (İNTES) kurulur. Bu kuruluşun üye ve yöneticileri yine mühendis müteahhitlerdir.

2000’li yıllardan itibaren bu kuruluşlar uluslararası üyeliklerle uluslararası müteahhitler birliğine ve diğer ilgili kuruluşlara entegre olurlar.

NOT: Ülkemizdeki inşaat sektörünün gelişimi ve inşaat müteahhitliği ile ilgili bilgileri müteahhitlik dâhil meslekte inşaat sektörünün her kademesinde çalışmış Yüksek Mühendis Mimar Abdullah Demir’in Anılarla İnşaat Sektörü (2006) adlı kitabından aktardım.

 

3.

Her kurumsal yapıyı son yirmi yıl içerisinde hızla bozup dejenere ettiğimiz gibi ciddi bir kamu sorumluluğu üstlenmesi gereken inşaat müteahhitliği kurumunu da meslek olmaktan çıkarıp parası olanın yaptığı “kârlı” bir iş alanı haline dönüştürdük.

Kahramanmaraş depremleri sırasında birbiri ardı sıra yıkılan binalar bize şunu gösterdi: Özellikle son yirmi yılda kontrolsüz bir biçimde büyüyen inşaat sektörü beraberinde kolay yoldan para kazanmaya hevesli çok sayıda sorumsuz müteahhitin piyasada boy göstermesine yol açtı. Bu müteahhitler fen ve sanat kaidelerini hiçe sayarak, işin kolayına kaçarak yaptıkları binaları gösterişli reklamlarla, depreme dayanıklı, güvenli binalar diyerek oldukça yüksek bedellerle sattılar. Sonra bu binaların kimisi birbiri ardına o iki şiddetli depremde yıkıldı, kimisi de orta ve ağır hasar aldı. Depremin şiddetiyle eskiden yapılmış binalar da yıkıldı. Yıkılmaması gereken kamu binaları da yıkıldı.

Ortaya çıkan bu vahim tablodan sadece müteahhitleri sorumlu tutamayız. Yıkılan bu yapıların yapımına izin veren kamu otoritesi, kamu adına yapıların denetimimi tam ve eksiksiz olarak sıkı bir biçimde yerine getirmesi gerekirken ama çeşitli nedenlerle (liyakatsizlik, personel yetersizliği, laboratuvar cihazlarındaki yetersizlik, rüşvet, yolsuzluk vb.) bu görevi layıkıyla yerine getirmeyen yapı denetim firmaları da aynı oranda sorumludur.  Yakın zamana kadar müteahhitin yaptığı yapıları fen ve sanat kurallarına göre denetleyecek olan yapı denetim firmasının parasını müteahhit ödüyordu!

Kamu otoritesi-müteahhit-yapı denetim firması arasındaki bu “müşterek sorumsuzluk”u tespit etmek neye yarar; bu “sorumsuzluk zinciri” pekâlâ önlenebilirdi! Yirmi yıllık süre bu zinciri kırmaya yeter de artardı bile! Ancak, depremin nerede ve ne zaman olacağı bilinmediğinden bu sorumsuzluk zinciri kırılmadı, bu istihdam yaratıcı “kârlı” sektörün rahatı bozulsun istenmedi! Herkes uykuya yattı, ta ki 6 Şubat 2023’te depremin derinden gelen uğultusuyla sabaha karşı 04.17’de uyanana kadar!

Soru şu: Bir deprem ülkesinde her bir yurttaşın içinde gönül rahatlığıyla oturacağı yapılar yapmak varken, buna imkân da zaman da varken, bunları yapamamışsak, bu depremden sonra nasıl yapacağız? Yapsaydık, yapmak isteseydik, 1999 depreminden 2023 depremine neredeyse çeyrek asır geçti, yapardık, yapabilirdik. Yapmadık! Güvenli yolu değil riskli olanı tercih ettik! Güvenli yol yerine devasa altyapı işlerine, popülist toplu konut projelerine yöneldik. Kamu Özel İşbirliği (KOİ) diyerek kamuyu bir avuç Türk oligarşisine karşı on yıllar boyunca dolar bazında borçlandırmaktan çekinmedik. Ha İngiltere’deki tefeciden borç almışsın, ha Türk oligarşisine borçlanmışsın, ne fark eder?

Türkiye’de 300 binin üzerinde müteahhit olduğu söyleniyor. Belki de daha fazla! Bu bir "müteahhitker ordusu" demek! Bu sayı Almanya’da 4 binden az. Bütün Avrupa Birliği ülkelerinde 25 bin. Bizim ülkemizde müteahhitliğin bir yasası yok. “Yapı Müteahhitlerinin Sınıflandırılması ve Kayıtlarının Tutulması Hakkında Yönetmelik”e göre çalışıyorlar.   Eğitim, deneyim, lisans, akreditasyon yok. Ekonomik ve mali yeterlilik yetiyor. Mali gücü olan herkes müteahhitlik yapabilir. Zaten kamuoyunda da konu yavaş yavaş şöyle tartışılmaya başladı: “Müteahhit sonuçta patron. Şirket sahibi. Şirketinde mimarlar, mühendisler çalışıyor. Projeyi onlar çiziyor, teknik hesapları onlar yapıyor. Asıl sorumlu onlar. Müteahhit anlamaz ki teknik işlerden!” Müteahhit, anlamadığı  erbabı olmadığı işin yükleniciliğini neden yapıyor? Cumhuriyetin ilk yıllarındaki, 40’lı, 50’li, 60’lı, 70’li yılların mühendis müteahhitlerden günümüzün tüccar müteahhitlerine… Nereden nereye…

Bu durumun bir benzeri de medya sektöründe yaşanıyor. Geçmişte basın kuruluşlarının, medya şirketlerinin sahibi meslekten, muhabirlikten gelirdi. Basının içinden gelmeyen medya patronlarına rastlanmazdı. Şimdi ise hayatında medya sektöründe çalışmamış, emir ve talimat üzerine bu sektöre girmiş medya patronları var. Başka işlerden işinin başında bulunamıyor ki! Elindeki medya gücünü sopa gibi kullanma cüreti de cabası!

Başka örnekler de var: Doktorlukla hiçbir ilgisi olmayan hastane sahipleri, öğretmenlikle ilgisi olmayan özel okul sahipleri var!

Öte yandan yapı denetim firması sayısı da yetersiz. Bunca yoğun inşaat işleri varken bu firmalar hangi personelle, hangi deney cihazıyla, üstelik fen ve sanat kurallarına göre tam ve eksiksiz denetim yapacak? Bu firmalar, çoğu yerde teknik kapasitelerini çok çok aşan denetim işlerinin altına hangi cesaretle giriyor? Devket aslında  u yetersizliği bal gibi biliyor ana çaresiz. Yakayı kaptırmış bif kere. Kamunun can ve mal güvenliğini ilgilendiren her türlü yapım işinin denetimi devletin sorumluluğunda olmalı ve bizzat devketin kendi teknik personeli eliyle yürütülmelidir. Denetim hizmetini önce özelleştirip ardından da ruhsat verdiği yapı denetim firnalarını denetlemek nafiledir. Mevcut inşaat işlerinin bu firmaların boyunu  kapasitesini kat be kat  aştığı herkesçe bilinmektedir. Yapılar için yapı denetim firmasını Bakanlık belirlese de, denetim hizmeti bedelini müteahhitler alıp müteahhit yerine  kendisi ödese de, müteahhit ile yapı denetim firması arasındaki bağ kesilmiş gibi görünse de, mevcut yapı denetim sistemi bu haliyle pek çok yönden yine de istismara açıktır. Böyle bir denetim sisteminden etkin bir denetim hizmeti beklemek  boşunadır, dahası, ham bir hayaldir.

Yazı ve yayınlara ulaşmak için...