“Türkiye Yüzyılı”ndan “Yüzyılın Felaketi”ne…
Deprem Dersleri-Devlet Dersinden Sınıfta Kalmak
1.
Devlet dersinden sınıfta kalmış bir öğrencinin ruh haliyle yazıyorum bu satırları. En çaresiz anlarında “devlet nerede” diye feryat eden depremzedelerin ruh haliyle…
Can havliyle “devlet nerede” diye feryat eden depremzedeyi “azarlayan” devlete âşina değilim. Benim bildiğim devlet müşfik olur, hele de böylesi zor zamanlarda…
Aziz Nesin’in adını şimdi anımsayamadığım bir öyküsünde okumuştum: Adamın biri Taksim’deki parkta yatıp kalkmaktadır. Bir gün yankesiciler kaşla göz arasında cüzdanını çalıp kayıplara karışırlar. Adam can havliyle “aman yetişin, cüzdanımı çaldılar” diye avaz avaz bağırır. En yakın karakola gider derdini anlatır, bir sonuç alamaz. “Gasp olsaydı icabına bakardık, ama bu yankesicilik, kim bilir nerededirler şimdi” diyerek adamı başlarından savarlar. Birkaç gün sonra bu kez üçkâğıtçılar “bul karayı al parayı” diyerek adamın elinde avucunda kalan son parayı da alıp kayıplara karışırlar. Yine feryat figan, yine karakol, sonuç değişmez. “Üçkâğıtçı bunlar, ara ki bulasın” derler. Başka bir gün uyurken çantası çalınır. Yine aynı şey olur. Nihayet parkta adamın başına gelmeyen kalmaz. Derdini kimseye anlatamaz. En sonunda adam çaresizlik içerisinde parktaki bir bankın üzerine çıkıp avazı çıktığı kadar “devlet nerede, başıma gelmeyen kalmadı, nerede devlet, bu nasıl bir düzen, ben böyle devletin…” diye bağırmaya başladığı anda etrafta ne kadar simitçi, boyacı, tatlıcı kılığında sivil polis varsa adamın üzerine çullanıp “vay anarşist, vay bozguncu” diyerek adamı hemen derdest edip karakola getirir. Adamcağız, parkta başına gelen yankesicilik, dolandırıcılık sırasında ortalarda görünmeyen devletin, mesele devletin itibarı, manevi şahsiyeti olduğunda bütün unsurlarıyla icabında her yerde hazır nazır olduğunu karakolda adam akıllı anlar, öğrenir.
“Devlet nerede” diyen depremzedeyi, “bu büyük depremde yalnızca depremzedeler değil devlet de enkaz altında kaldı” diyen siyasetçileri azarlayan devleti, “ilk andan itibaren devlet oradaydı, aksini söyleyenleri not ediyoruz” diyen devlet adamlarını, parti sözcülerini görünce Aziz Nesin’in bu öyküsü geldi aklıma.
Devlet elbette soyut bir organizasyondur, ağzı dili yoktur, manevi şahsiyeti vardır. Devleti konuşturan, devlet adına konuşma yetkisi olan yürütmedir; saraydır, bakanlardır, bakanlık bürokrasisidir... Ancak öyle bir zamandayız ki devlet adına konuşanlar, daha doğrusu devleti konuşturanlar ya dilini yutuyor ya da ağzını bozuyor! Devletin dili son 20 yılda öyle fakirleşti, öyle dejenere oldu ki akıl alır gibi değil...
Bir de “devlet aklı” var. Devlet aklı, -mirasına sahip çıktığı öncekilerle birlikte- devletlerin kuruluşundan itibaren üzerinde yaşadıkları coğrafyayı vatan yapan insanların, vatandaşların, yurttaşların bilgi, birikim ve tecrübelerinin ürünü bir büyük ortak akıldır. Belirli bir zaman dilimi için yürütme erkini üstlenenler, daha önceki kuşakların birikimine dayalı devlet aklına katkı sağlayıp o aklı güçlendirmesi gerekirken öyle yapmayıp kendi dar akıllarını devlet aklının yerine koymaya yeltenip devleti de kendilerini de yozlaştırırlar. Bugün ülkemizde olan budur!
2.
Anayasanın 57. Maddesi büyük yıkımlar yaşadığımız şu zor zamanlarda ve -elbette ki- öncesinde devletin nerede olması gerektiğini “konut hakkı” başlığı altında açıkça belirlemiştir: “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” Peki devlet, yıllar yılı bu ödevini yerine getirdi mi? Getirmiş olsa bunca yıkım yaşanır mıydı?
“Bu öyle böyle değil, çok büyük bir deprem fırtınası, ‘asrın felaketi’. Önce 10, sonra 11 ilde 13,5 milyon insan etkilendi bu depremlerden. Hiçbir devlet böyle büyük bir felaketin üstesinden gelemez.” denildi. Acaba öyle miydi?
Elbette her türlü bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun yapılar yapılsa bile, şehirler, kasabalar kurulsa bile, yine de şiddetli depremler gibi büyük felaket anlarında insanlar da devletler de aciz kalabilir. Anlaşılabilir bir şey bu. Ancak bu anlaşılabilir durum asla suiistimal edilmemelidir. Yaşadığımız bu büyük afetin öncesinde, sırasında ve sonrasında adeta birbirini tetiklercesine peş peşe yaşanan plansızlıkları, hazırlıksızlıkları, koordinasyonsuzlukları, yönetimsizlikleri, beceriksizlikleri, imar aflarını, liyakatsizlikleri -her zaman yaptığımız gibi- artık halının altına süpüremeyiz. Böylesi durumlarda felaket sonrasında organize bir biçimde, elbirliğiyle yaraları sarmak en öncelikli olandır. “Nedenler ve sonuçlar” elbette konuşulacak, elbette tartışılacaktır; ama bunlar çalakalem, ayaküstü tartışılacak şeyler değil. İnce elenip sık dokunacak ciddi konular.
Bu büyük depremin yol açtığı yıkımın teknik nedenlerini konunun uzmanları günlerdir açıklıyor. Şu an artık birer enkaz yığınına dönüşmüş devasa binaları yapan müteahhitler, yapıların planını, projesini hazırlayan mimarlar, mühendisler, bu yapıların yapılmasına ruhsat veren belediyeler, bu yapıları denetleyen yapı denetim firmaları, -olur olmaz imar barışları, kentsel dönüşüm işleri de dâhil- yapım işleri ile ilgili düzenlemeleri yapan yasa koyucular, yürütme konumundaki bakanlıklar ve saray, kısaca ülkemizdeki yapım işleri sistemi (konut, yol, köprü, tünel, baraj, liman, havaalanı, hepsi) topyekûn enkaz altındadır. Durum budur.
Depremlerin yol açtığı yıkımların neden bu kadar can yakıcı olduğunun teknik nedenlerini artık iyice biliyoruz. Aslında bu teknik nedenleri 1999 Gölcük depreminde de biliyorduk, sonraki depremlerde de biliyorduk. Zaten bu teknik nedenleri her depremden sonra hemen hemen aynı kelimelerle tekrar edip duruyoruz. Deprem kadar acı verici olan da bu zaten! Örneğin İçişleri Bakanı şöyle bir demeç verebiliyor: “Bizim aslında hazırlığımız İstanbul depremiydi (…) Fakat Kahramanmaraş hattı da yani Doğu Anadolu fay hattı da, İzmir de bizim için önemli alanlardan bir tanesiydi.” İstanbul depremine nasıl hazırlanıldığını hafızalara kazınan o gülünç deprem tatbikatıyla zaten görmüştük. Kahramanmaraş’ta ise depremin tatbikatıyla değil, ne yazık ki bizzat kendisiyle yüzleştik. Ayrıca, bakanlığın elinde ülkemizdeki olası depremlerin bir oluş sırası mı var ki sayın bakan çıkıp “Bizim asıl hazırlığımız İstanbul depremiydi” diyebiliyor? Ayrıca yarın bir gün –Allah göstermesin- İstanbul’da bu büyüklükte bir deprem olsa sonuçların neler olabileceğini yine aynı uzmanlar neredeyse fikir birliği içerisinde ortaya koyuyorlar.
Ülkemizdeki mevcut yapıların durumu dikkate alındığında, depremin yıkıcı etkisinin azaltılması yönünde uzun vadeli, planlı eylem planları yapılıp uygulanmadıkça (mevcut yapıların güçlendirilmesi, doğru kentsel dönüşüm projeleriyle mevcut yapıların yenilenmesi, uydu kentler ve toplu konutlar için teknik olarak uygun yer seçimleri, yapım işleri sistemimizin iyileştirilmesi vb.) bu acılar ne yazık ki hep yaşanacaktır. Böylesi bütüncül sistemlerin kurulmasının ne denli güç olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Lafla, propagandayla olacak işler değildir. İster yıkıcı deprem olsun, ister salgın olsun, ister sel olsun, ister orman yangınları olsun, ister grizu patlaması olsun, ister bir türlü önleyemediğimiz iş kazaları, trafik kazaları olsun, kadın cinayetleri olsun, gerekli önleyici sistemleri kurup alınacak önlemleri etkili bir biçimde uygulamadıkça “bizim bu büyük çaresizliğimiz” her seferinde bizim “kaderimiz” olmaya devam edecektir! Canımızı yakan bu şiddetli yıkıcı depremleri “asrın felaketi”, “yüzyılın afeti” olarak adlandırdığımızda bu büyük çaresizliğimiz azalıyor mu? Azalmıyor, ancak, adına “asrın felaketi” dediğinizde, her kademedeki etkililerin, yetkililerin sorumlulukları “itinayla” gözden kaçırılmış oluyor. Tam bir "şark kurnazlığı". Bir de şu var: Bu büyük çaresizliğimizi “kader planı”yla izah etmek, “kaza”yı da, “kader”i de, “takdir”i de hiç bilmemek, hiç anlamamaktır!.. Ayrıca, büyük bir “vebal”dir, sorumsuzluktur.
Sistem kurmanın zorluklarını aşamayınca bu kez de o işin paydaşlarının “vicdan” ve “ahlâk”ına sığınmaya çalışıyoruz. Kuramadığımız sistemlerin sorumluluğunu o sistemin içinde yer alan her bir bireyin ahlâkına, vicdanına havale ediyoruz. Elbette hangi işi yaparsa yapsın her bireyin liyakatli olması, en yüksek meziyetlerden olan iş ahlâkının ve vicdanının takdire şayan olması arzu edilir, umulur. Ancak can ve mal güvenliğinin, halk sağlığının, halkın mutluluk ve refahının, kamu düzeninin söz konusu olduğu işlerde, hangi kademede olursa olsun, bu işlerden sorumlu olanların yaptığı işlerin sonuçları ilgili kişilerin ahlâkına, vicdanına ya da iyi insan olmasına veya olmamasına bırakılamaz. Aksine, kişilerden bağımsız olarak, o işle ilgili kurulan sistemin işleyiş ve kontrol gücüne güvenmek gerekir. Güçlü bir sistemde kaçınılmaz olarak doğru işler yapan birisi, suistimallere açık çürük sistemlerde pekâlâ eğri işler yapabilir. Oysa kişi aynı kişi! Güçlü sistemler altında çalışırken ne kadar ahlâklı vicdanıyla, çürük sistemler altında çalışırken de o kadar ahlaklı ve vicdanlıdır!
Ağır bir deprem felaketi yaşadık. Yapım işleri ile ilgili kurduğumuz sistemin gücü ne yazık ki bu şiddetli depreme dayanamadı, yapım işleri sistemimiz enkaz altında kaldı. Bu acı tecrübe üzerine yürütme erki dedi ki “Mevzuatımız mükemmel ancak uygulamada sorunlar var. Mevzuatımız öyle mükemmel ki örneğin pek çok ülke yetkilisi gelip bizim yapı denetim sistemimizi inceledi, bu sistemi kendi ülkelerinde uygulamak için bizden bilgi aldı.” Hatırlarsanız benzer şeyler büyük ölçekli merkezi şehir hastanelerine dayalı sağlık sistemi için de söylenmişti. Hiçbiri doğru değildi elbette!
Uygulamanın mevzuata uygun olarak işletilemediğinin anlaşılması üzerine, “iyi zamanlarda” yürütme tarafından afra tafrayla, kimseye danışmaksızın, yeterli istişare yapmaksızın, üstelik de “aklınızı kendinize saklayın, bizim aklımız bize yeter” diyerek kurulup işletilen, bu yüzden de mutlak sorumlusu oldukları sistemin kusurunu (taksirini) gizlemek için bu kez de kusurları işin bileşenlerinin ahlâkına, vicdanına havale etmeye başladılar. Son zamanlarda sık sık şunları duyuyoruz: Müteahhitlerimiz ahlâklı vicdanlı olsa, yapı denetimini yapanlar ahlâklı vicdanlı olsa, ruhsat verenler ahlâklı vicdanlı olsa, kimse rüşvet almasa vermese… Bu vaaz vermeler böyle sürüp gidiyor. Sanki herkes ahlâksız, vicdansız! Öyle olsa bile güçlü sistemler, yapım işleri gibi can ve mal güvenliği bakımından ciddi sonuçlar doğurabilecek işleri kişilerin, makamların ahlâk ve vicdanına bırakmazlar. Öyle sistemler ve kontrol mekanizmaları kurmalıyız ki liyakati elveriyorsa vicdanlısı da vicdansızı da, ahlâklısı da ahlâksızı da aynı kalitede iş yapabilsin! Elbette ki her bir bireyin yüksek meziyetlerle donanması arzu edilir. O da ömür boyu, güçlü, sürekli bir eğitim sistemimiyle olur. Canımızı yakan bu şiddetli yıkıcı deprem yalnızda yapım işleri sistemimizi değil, yüksek meziyetlere sahip, ahlâklı, vicdanlı, liyakat sahibi, fikri hür, vicdanı hür irfanı hür nesiller, birikimli, donanımlı iyi insanlar iyi vatandaşlar yetiştirmek üzere kurduğumuz eğitim sistemimizi de test etti… Son 20 yılda her göreve gelen bakanın kendi kafasına göre eğitim sistemi kurma sevdasına kapıldığı, bu yüzden de her geçen gün yozlaşan bir eğitim sistemimiz var. Ondan da sınıfta kaldık… Devlet dersinden sınıfta kaldık dediğim bu…