“Türkiye Yüzyılı”ndan “Yüzyılın Felaketi”ne…
Deprem Dersleri-"Kentsel Dönüşüm"den Sınıfta Kalmak
1.
Saray’ın not defterinde neler yazdığını bilemiyorum ama milletin not defterinde şunlar yazıyor:
6 Şubatta başımıza gelen büyük depremlerden sonra saray ve onun propaganda aygıtları -nihayet- “sorumlu”yu eliyle koymuş gibi bulup çıkardı. Koro halinde diyorlar ki: “Yirmi yıldır muhalefet, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), Türkiye Barolar Birliği (TBB), muhalif sivil toplum kuruluşları el ele verip “kentsel dönüşüm projeleri”ni engellediler. Bu amaçla mahkeme mahkeme dolaştılar. Vatandaşın hayatını riske attılar.”
Acaba doğru mu? Bunu anlamak için şu “kentsel dönüşüm” işine biraz yakından bakmak gerek.
Kentsel dönüşüm, İngilizce urban transformation teriminin karşılığı olarak dilimize yerleşmiş bir kavram. Türk Dil Kurumunun (TDK) Genel Türkçe Sözlük’ünde kentsel dönüşüm terimi, “Kentin imar planına uymayan ruhsatsız binalarının yıkılıp planlara uygun olarak toplu yerleşim alanlarının oluşturulması” olarak tanımlanmış. TDK burada halkın anladığına yakın bir tanımlama yapmış. Halk kentsel dönüşümü TOKİ ya da müteahhitler eliyle “toplu konut yapımı” olarak anlıyor. Tanım da kentsel dönüşümü, toplu konut üretimine dayalı yıkıp yapma (hafriyat ve inşaat) işlerine indirgiyor. Kuşkusuz oldukça eksik bir tanımlama. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ise mimarlık ve kentbilim terimi olarak “kentsel dönüşüm”ü şöyle tanımlamış: “Belediyelerce, kentin yıpranan ve özelliğini yitirmeye yüz tutmuş, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarınca sit alanı olarak tescil ve ilan edilen kent bölgeleri ile bu bölgelere ait alanlarının, kentin gelişimine uygun olarak yeniden yapım ya da özüne uygun biçimde yenilenerek, bu bölgelerde konut, ticaret, kültür, turizm ve toplumsal donatı alanları oluşturulması, doğal afet risklerine karşı önlemler alınması, kentin tarihsel, kültürel dokusunun yenilenerek korunması ve yaşatılarak kullanılması amacıyla gerçekleştirilen eylemlerin tümü.” Bu tanıma göre “kentsel dönüşüm”, özetle, bir şehirde, ilçede, mahallede, semtte bozulmaya uğramış, yıpranmış, özelliğini yitirmiş alanlar varsa, bunların, kentin dokusunu oluşturan şehir bölge planlarına ve kentin gelişime uygun olacak şekilde yenilenmesi faaliyetlerinin tümüdür.
Şehirlerde, ilçelerin çeşitli semtlerinde ya da mahallelerinde deprem, sel, fırtına gibi doğal afetlerde can ve mal kaybına yol açacak boyutta risk unsuru barındıran ve ayrıca insanca, sağlıklı bir yaşama elverişli olmayan evlerin, sosyal binaların, yaşam alanlarının bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun olarak (fen ve sanat kaidelerine uygun olarak) prensipte yerinde iyileştirilmesi (güçlendirilmesi) ya da yıkılıp yeniden yapılması (dönüştürülmesi) gerekir. Teknik olarak ya da şehir bölge planlaması bakımından yerinde dönüşümün mümkün olmaması durumunda yeni yerleşim yerlerinde de bu dönüşüm yapılabilir. Bunlara kimsenin itiraz ettiği yok zaten! Aksine, tüm bunlar, devletin görev ve sorumluluğu altında yapılması gereken şeyler! Üzerine basa basa ısrarla söylenilen şey şu: Kentsel dönüşüm kapsamındaki çalışmalar, müteahhitlerin insafına bırakılacak, bugün artık Türk oligarşisi haline gelmiş “seçilmiş” müteahhitlere ihale edilecek “inşaat işleri”nden ibaret değildir, bunun çok ötesinde, topyekûn bir kamu hizmetidir.
Avrupa’da iki büyük dünya savaşında büyük ölçüde harap olmuş kentlerin yeniden bayındır hale getirilmesi çalışmaları sırasında iki kavram ön plana çıkmıştı: Birincisi şehirlerin kültürel ve tarihsel mirasını korumayı önceleyen şehir ve bölge planlaması, ikincisi de yerinde kentsel dönüşüm (urban transformation).
Bizde “kentsel dönüşüm” kavramı esas olarak 2012 yılında hazırlanan 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile hayatımıza girdi. Bu kanunla birlikte “riskli yapı” ve “riskli alan” tanımları yapıldı. Kanunda “riskli yapıların depremlere dayanıklı hale getirilmesi” süreci de “kentsel dönüşüm”ün amaçları arasında sayıldığından zaman içinde 6306 sayılı yasa halk arasında “kentsel dönüşüm yasası” olarak anılır oldu. Ancak, bu yasaya dayanarak yapılan kentsel dönüşüm projeleri ve yapım işleri (ihale süreçleri, müteahhitler, bu alanlardaki orantısız değer artışı vb.) açıkça gösterdi ki amaçlanan şey mevcut yapıların depreme dayanıklı hale getirilmesinden çok (elbette yeni yapılan yapılar bu amacı da karşılar, ya da öyle olması beklenir) “beton ekonomisi”ne dayalı ciddi bir sermaye birikimi oluşturmaktır.
“Kentsel dönüşüm”ü inşaat işlerine indirgemek, mevcut binaları önce bakımsız bırakmak, sonra da bu yaşam alanlarını “mezbelelik” olarak ilan edip “kentsel dönüşüme sokmak” aslında niyetin “yerinde dönüşüm” olmadığını açıkça göstermekte. Bugüne değin yürütülen kentsel dönüşüm projelerini şöyle bir hatırlamak bile niyetin ne olduğunu anlamaya yeter de artar bile! Bir kenti, bir mahalleyi kentsel dönüşüm yoluyla yeniden planlamak, yeniden tasarlamak, tarihsel ve kültürel dokuyu yerli yerine koymak, inşaat işlerinden çok daha fazlasıdır.
Özellikle İstanbul’da, Ankara’da hızlı bir biçimde yürütülen kentsel dönüşüm projeleri “yatay mimari” yerine gökdelenler olarak birer birer yükseldikçe sorunlar ve itirazlar da beraberinde yükselmeye başladı: Sözleşmelerde çoğu yerde hak sahiplerine önerilen konutlar oturmakta oldukları yerlerin uzağında, deyim yerindeyse “dağın başında”ydı. Bu yolla hak sahipleri hem değerli rant alanlarından hem de doğup büyüdükleri çevrelerinden, konu komşusundan koparılıp uzaklaştırılıyordu. Ayrıca, sağlıksız da olsa oturdukları evlere iyi kötü sığıyorlarken yeni yerlerinde kendilerine önerilen evler adeta “kutu” gibiydi. Bu da memnuniyetsizlikleri artırıyordu. Kentsel dönüşüm projelerinin icracısı olan yürütme ve müteahhitler 6 Şubattaki depremden önce bu itirazları “nankörlük” olarak niteleyip protestoları polis gücüyle bastırmayı tercih ediyorlardı. Depremden sonra ise bu memnuniyetsizlikleri dile getiren halkı “daha ne istiyorsunuz, deprem olsa ölecektiniz; küçük müçük, kutu gibi mutu gibi, uzak yakın, ucuz pahalı, depreme dayanıklı evlerde oturacaksınız, daha ne istiyorsunuz?” diyerek susturmaya başladılar. Devletin propaganda aygıtları gece gündüz bu iş için çalışıyor. Varsa yoksa kentsel dönüşüm! “Yirmi yıldır kentsel dönüşümü engelleyenler… Mazaallah deprem olsa kimden hesap soracaksınız? Yine bu kardeşinizden hesap soracaksınız”… Oysa depremden önce kentsel dönüşümün en bariz savunma şekli şöyleydi: “Buralar mezbelelik, buralar getto; buraları yıkıp “sıfırdan” yeniden yapacağız, kararlıyız!”… Her şeyi “sıfırlamaya”, “sıfırdan” yapmaya alışıklar zaten!
Onca yokluğun, yoksulluğun yaşandığı büyük savaş dönemlerinde nasıl bir anda bankerler, tefeciler, vurguncular, karaborsacılar, savaş zenginleri türerse, deprem gibi büyük afetler sonrasında da onca toz duman enkaz arasında bir anda ileride Türk oligarşisine eklemlenmek üzere sırasını bekleyen yeni yeni “afet müteahhitleri” türer. Bu hep böyledir.
Aynı menzile doğru yürüdükleri tarikat, göz göre göre silahlı bir terör örgütüne dönüşür, devletin uçağını, tankını, silahını, askerini kullanarak darbe yapmaya kalkar “Kandırıldık, Allah affetsin” denilir, Son 20-25 yıldır gökdelenler, plansız yapılar İstanbul’u adeta bir ahtapot gibi sarar, mızrak çuvala sığmaz hale gelir, “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum" denilir, “Dikey mimari asla, yatay mimari olacak” denildikçe bu söze “inat” gökdelenler, bitişik nizam yüksek yüksek yapılar yükseldikçe yükselir, 11 ili etkileyen şiddetli depremler olur, "Adıyaman'dan helallik istiyorum, hava ve yol koşulları nedeniyle ilk günden gelemedik” denilir, “Amerika sözünde durmadı, Avrupa sözünde durmadı, kandırıldık” denilir… Örnekler çoğaltılabilir ama ne yeri ne zamanı şimdi.
Her olayda, başımıza gelen her olmadık işte daha ne kadar sorumluluktan kaçılabilir, daha ne kadar zeytinyağı gibi üste çıkabiliriz? Yalancıktan sakal bırakarak, elde telefon orayla burayla konuşuyormuş gibi yaparak, feryat eden, “devlet nerede” diyen depremzedeye çemkirerek daha ne kadar sorumluluktan kaçabiliriz? Daha da vahimi, Kızılay gibi halkın pamuklara sarıp sarmaladığı, göz bebeği gibi koruduğu kurumları vergi kaçıran, vergiden kaçınan birer ticarethaneye dönüştürerek, yüzyılların birikimi güven unsurunu tam bir basiretsizlikle, iş bilmezlikle yerle yeksan ederek daha ne kadar sorumluluktan kaçabiliriz? Bu ağır yükler, sınıfta kaldığımız bu ağır hayat dersleri, hayatımız boyunca sizleri, bizleri bir gölge gibi anbean izleyecek, bireysel ve maşeri (toplumsal) vicdanın ağırlığı kendini her geçen gün daha fazla hissettirecektir!
2.
Ankara’da Esenboğa’dan şehre doğru uzanan protokol yolunda Kuzey Ankara kentsel dönüşüm alanında her iki yamaca doğru gecekondular vardı. Bu gecekonduların bulunduğu mahalleler deprem, sel ya da heyelan nedeniyle değil gelen giden yerli-yabancı protokol için “görüntü kirliliği” oluşturduğu için, o “dönüşüm”de devasa bir “rant” olduğu için yer ile yeksan oldu, yerlerini bitişik nizam yüksek yüksek binalar aldı. Bu yüksek binalar yapılırken mimarlara sorulmadı, şehir bölge plancılara sorulmadı. Onlar akıllarını kendine saklasın denildi. Dikmen Vadisi’nde de böyle oldu. Mamak’ta da böyle oldu. Fikirtepe’de de böyle oldu. Halkın haklı ve hukuki itirazları hep bastırılmaya çalışıldı. Devletin üstlenmesi gereken bu büyük kentsel dönüşüm projeleri “seçilmiş” müteahhitlerin insafına bırakıldı. Halkın bu kentsel dönüşüm projelerine tam olarak ikna edilememesinin en önemli nedenlerinden biri ortaya çıkan devasa ranttır. Bu nedenle kentsel dönüşüm projelerinin bir adı da “rantsal dönüşüm”dür. Kentsel dönüşüme olan desteğin giderek azalmasının bir nedeni de müteahhitler eliyle halkın açıkça mağdur edilmiş olmasıdır.
3.
Halkçı, kamucu karma ekonomilerde seri konut üretiminin temel amacı güvenli bir biçimde halkın barınma ihtiyacının karşılanmasıdır. Bugün artık Türk oligarşisine dönüşmüş müteahhitler eliyle “bırakınız yapsınlar, bırakınız yıksınlar” anlayışıyla uygulanan ülkemizdeki kuralsız neoliberal “inşaat sektörü”nde ise kentsel dönüşüm de seri konut üretimi de “sermaye birikimi” oluşturma amacıyla yürütülmektedir. Bugün “konut” dediğiniz şey, barınma ihtiyacını karşılayan bir mekân olmaktan çok kâğıt üzerinde borsada alınıp satılan, sürekli el değiştiren bir “yatırım” aracına dönüşmüş durumda. İnşaat sektörü denilen sektör harekete geçtiğinde yaklaşık 300’e yakın bir sektörü de beraberinde harekete geçirmektedir. Yıllardır aktif olarak harekete geçirilen, giderek Türk oligarşisine dönüşen seçilmiş müteahhitlerin ortaya çıkmasını sağlayan inşaat sektörü yalnızca sermaye birikimi oluşturmaya değil aynı zamanda yıllar yılı “sahte” bir ekonomik büyüme ve “sosyal refah” propagandasına da “vesile” oldu. Sadece İstanbul’da boş tutulan (satılmayı bekleyen ya da sahipleri tarafından ikinci, üçüncü konut olarak kullanılan vb.) konut sayısının 750 bin civarında olması bile konut sektörünün oldukça kârlı bir sermaye birikimine dönüşmüş olduğunu göstermeye yeter. Boş tutulan bu konutların ucuz, sosyal konutlar olmadığını söylemeye sanırım gerek yok. Oysa anayasamıza göre yurttaşların huzur ve mutluluğunu sağlamak, yaşam kalitelerini istikrarlı bir biçimde yükseltmek, onların barınma ihtiyacını karşılamak sosyal devletin vazgeçilmez ödevlerindendir.
4.
Kentsel dönüşümün ne anlama geldiğini Kayseri’de çocukluğumun geçtiği Sahabiye Mahallesi’ndeki uygulamadan biliyorum. Yakından gördüm. Sonuçları bakımından hâlâ çok üzgünüm. Kısaca anlatayım:
Yıllar sonra salgın günlerinden birinde (2020 Eylül’ünde) çocukluğumun mahallesinde dolaştım şöyle bir. Gezip dolaştığım Sahabiye çok değişmiş, başkalaşmış; doğrusu tanıyamadım. Hani yıllar sonra yolda eski bir tanıdığa rast gelirsiniz; o sizi tanır ama siz onu çıkaramazsınız. Tanıyamamış, yüzünü çıkaramamış olmanın verdiği mahcubiyetle “özür dilerim, kusuruma bakmayın, çıkaramadım” deyip, karşınızdakinin kendisini tanıtmasını, en azından bir ip ucu vermesini beklersiniz. Ben de yıllar sonra karşılaştığım çocukluğumun mahallesini işte böyle çıkaramadım. Çocukluğumun mahallesini gezerken Sahabiye’yi tanımama yardımcı olacak bir iz, bir ip ucu aradım; ama nafile. Ara ki bulabilesin; ne gezer. Ne bir iz kalmış çocukluğumun mahallesine dair burada artık; ne de bir ip ucu. “Kentsel dönüşüm” adı altında talan edilmiş, yağmalanmış, başkalaşmış, yok edilmiş bir mahallenin adı olmuş artık Sahabiye. Bakmayın adının Sahabiye olduğuna. “Sahabe”yle, “sahabiye”yle (sahabiye: Hz. Peygamberi görmüş kadın Müslüman) filan bir ilgisi yok mahallenin adının. Aslı “Sahibiye”. Bir aidiyet duygusuyla bir arada yaşanılan yer, mahalle demek. Öncesi de var ama Kayseri esasen bir Selçuklu şehri. Selçuklu veziri Sahip Ata’ya atfen Sahabiye (Sahibiye) Medresesi yaptırılmış. O medrese de olmasa bugün Sahabiye Mahallesi’nden hiçbir iz, hiçbir “eser” kalmaz! Her fırsatta ikide bir “eser siyaseti” yapıyoruz diyenlerin Sahabiye Mahallesi’ne gelip kentsel dönüşümle neyi yıkıp yerine ne yaptıklarını görmelerinde sayısız yarar var. Gelsinler ve eserleriyle övünsünler!
Mezunu olduğum Şükrü Malaz İlkokolu artık yok. Kentsel dönüşüme kurban gitmiş, yıkılmış. Onun hemen yanında, yazları mahalleden akranlarımla neşeyle, güle oynaya Kur’an kursuna gittiğim, içi şadırvanlı, zarif mimari yapısıyla 70’li yılların “Cumhuriyet mimarisi”nin güzel örneklerinden Sahabiye Camii de artık yok. O da içindeki şadırvanıyla, incecik, kalem gibi minaresiyle, serin avlusuyla yıkılmış. Çocukluğumun yıkılan ilkokulunu, Perşembe Pazarı diye bildiğimiz eski pazar yerine “taşıyıp” burada yeni bir okul yapmışlar. Şükrü Malaz İlkokulu da değil artık okulun adı. Başka bir hayırsever vatandaşımız yaptırdığı için okula onun adı verilmiş. Mehmet İlgü İlkokulu olmuş “yeni” okulun adı. İçindeki hatıralarıyla birlikte mezunu olduğum ilkokulun binasını, geniş bahçesini yıkmakla kalmamışlar, adını da yıkmışlar! Yeni okulu da, yıktıkları okulun yerine de değil bitişiğinde benzin istasyonu olan (Yönetmeliklerde benzin istasyonlarına bitişik yerlere okul yapmaya izin veriliyor mu, bilmiyorum.) önünden işlek caddelerin geçtiği eski semt pazarının yerine yapmışlar. Hiç iyi yapmamışlar!
Çocukluğumun o zarif mimarili, incelikli Sahabiye Camii’nin yerine, yerine de değil, biraz ötede kavşağın bitişiğinde bir yere, yıktıkları o zarif cami ile hiçbir ilgisi olmayan, kıyas kabul etmeyen, zevksiz, heyula gibi bir cami yapmışlar. Ayrıca adı da artık Sahabiye Camii değil! Sahabiye Recep Mamur Camii. Daha önce adını duymamıştım hiç. Etraftan sordum, soruşturdum; işadamıymış, Kayserispor’un başkanlığını yapmış. Recep Mamur adını daha önce hiç duymadığımı söyleyince etraftaki esnaf, nasıl olurda bugüne kadar Recep Mamur ismini duymazsın, gibisinden, şaşkınlıkla şöyle garip garip baktılar yüzüme. Ben de onların yüzüne baktım aynı şaşkınlıkla. Mahallenin adından başka isme ihtiyaç duymayan sade, zarif Sahabiye Camii nerde, şatafatlı Sahabiye Recep Mamur Camii nerde? Her iki caminin fotoğraflarını yan yana koyup şöyle bir bakın, ne demek istediğimi siz de hemen anlayacaksınızdır. Nereye gidersem gideyim; yeni yapılan yapıların kubbe ve minareleri hep Arap tarzı. Türkiye’nin her yanında bu böyle. Eskiden hiç olmazsa Mimar Sinan’ın başka büyük mimarların eserlerini kopyalayarak geçmişi günümüze taşıyabiliyorduk. Kimi zaman da Cumhuriyetle birlikte özgün cami mimarileri geliştiriyorduk. Şimdi ise artık geçmişin büyük cami mimarilerini kopyalamaktan bile aciziz. Yıkılan Sahabiye Camii yalnız Kayseri’mizin değil, ülkemizin 70’li yıllarının da örnek gösterilen özgün cami mimarilerinden biriydi. O güzelim camiyi kentsel dönüşüm uğruna yıkınca boyumuz mu uzadı, rütbemiz mi arttı, payemiz mi; ne geçti elimize? Yazık değil mi? Yazık ki ne yazık…
Kentsel dönüşüm alanı ile eski üç katlı yapıları aradaki bir yol ayırıyor. Yolun berisindeki esnafın çoğu çocukluğumun esnafı. Berberi manavı, elektrikçisi, su tesisatçısı, bakkalı hepsi yıllar öncesinde olduğu gibi hâlâ yerli yerinde. Gidip biraz onlarla konuştum, dertleştim. “Burada senelerin esnafısınız,” dedim, “Çocuklarınız Şükrü Malaz’da okudu, cumaları Sahabiye’de namaz kıldınız, şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Tüm bunlar olup biterken hiç mi itiraz etmediniz, mahallede sizin de hakkınız vardı?” diye sordum. Kiminle konuşmuşsam hepsi de başını eğdi. “Biz de hiç istemedik, razı olmadık, ama dinletemedik!” dediler. Şimdi hepsi yeni kentsel dönüşüm etaplarıyla birlikte sıranın kendilerine gelmesini bekliyor.
Çocukluğumun mahallesini adım adım gezerken üzüldükçe üzüldüm. Şükrü Malaz İlkokulunun karşısında, yanında yöresinde üç katlı bahçeli evler vardı. Şükrü Malaz’a yazıldığımda sınıfına düştüğüm Fazilet Öğretmenim buradaki üç katlı evlerde otururdu. Şimdi hepsi de terke edilmiş. Evsizlere, göçmenlere, kimi zaman da madde bağımlılarına yurt yuva olmuş. Evlerin duvarları delik deşik. Meyve ağaçlarıyla dolu bahçeler viran. “Kentsel dönüşüm”ü, önce bakımsız bırakmak, sonra yıkıp dümdüz etmek, sonra da yerine yüksek yüksek binalar yapmak zannediyorlar. Ne büyük bir yanılgı! Kentsel dönüşüm adı altında Sahabiye Mahallesi’nin “ruhuna el fatiha” okuyarak, her tarafını yıkıp güya yeniden yaparak elinize ne geçti? Şehircilik, Kayseri’nin en eski mahallerinden birini, Sahabiye Mahallesi’ni dümdüz edip tanınmaz hale getirmek değildir. Bu vandalizmdir. Bu şehre karşı işlenmiş bir suçtur. İhtiyaca göre elbette yeni mahalleler, hatta uydu kentler yapmak mümkündür, ama bunun yolu eskisini yıkıp yerine yenisini (hangi yeniyse artık o?) yapmak değildir. Şehircilik, türlü oyunlarla rant peşinde koşmak değildir. Bunlar marifet değildir. Hani esas olan “yerinde dönüşüm”dü. Neden Sahabiye Mahallesi’ni tarihi dokusuna, aslına, mahalle hukukuna uygun olarak “yerinde” dönüştürmediniz de sorumsuzca, “kafanıza göre” imarlı arsa haline getirdiğiniz koskoca mahalleyi altı dükkân üstü kat şekilsiz, biçimsiz, ucube binalarla “donattınız”. Sizin “eser siyasetiniz” bu mu?
Marifet; Sahabiye’nin evini, barkını, caddesini, sokağını, pazar yerini, bağını bahçesini, okulunu, camisini koruyup kollayabilmektir. Hani Mehmet Akif, yapmak ile yıkmak arasındaki farkı anlatırken Süleymani’ye örneğinden yola çıkar ya; 4 milyon liralık Sahabiye Kentsel Dönüşüm Projesi” ile yapılan da Akif’in dizlerinden farksız:
‘‘Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen,
İki kazma kürek, iki de ırgat gerek,
Ancak hadi gel yapalım şunu geri desen,
Bir Sinan, bir de Süleyman gerek.”
Şehrin mahalleleri öyle kolay kurulmuyor. Bilgiyle, birikimle, nice anılar, izler bırakmış sosyal hayatla kurulup gelişiyor mahalleler. Adı üstünde; bir mahalle kültürü oluşuyor evlerinde barklarında, caddelerinde sokaklarında, pazar yerlerinde, bakkalında, kasabında, manavında, bağında bahçesinde, okulunda, camisinde, yazlığında kışlığında… Yerine diktiğiniz yüksek yüksek bloklar bir Sahabiye eder mi sanıyorsunuz? Kayseri’de sokakların ölümünü 25 yılını bu şehirde geçirmiş, ekmeğini yemiş suyunu içmiş, sevgili arkadaşım, dostum Gürsel Korat yazmıştı. Ölen, yok olan sokakların bir bir adlarını anmıştı. Sessiz sedasız yok olup giden sokakların fotoğraflarını eklemişti unutulmasın diye kitabının sayfaları arasına. Gürsel Korat Kayseri’de ve Anadolu’da Sokakların Ölümü adlı benzersiz kitabını 1997’de yayımlamıştı. Aradan epey zaman geçti… Şimdi artık mahallelerin ölümünden söz eder olduk. Önce sokakların, sonra da topyekûn mahallelerin ölümüyle Kayseri’nin hafızası çoktan sıfırlanmış. Bugün Kayseri’nin elle tutulur hiçbir tarihi mahallesi kalmamıştır. Hepsi de yerle bir olmuştur. Yerlerine ya park yapılmıştır, ya yüksek yüksek bloklar… Koskoca 6 bin yıllık Kayseri’den kala kala adına “Kayseri Mahallesi” denilen göstermelik birkaç “restore” edilmiş konak mı kalacaktı?
Onca hüznü cebime koyup Sahabiye’den hızlı adımlarla ayrıldım. Sonra, orası havadar olur diye Talas tarafına gittim. Eski Talas’ta, seyranlık bir kafede oturup şehre yüksekten şöyle bir baktım. Eskiden burçlardan, yamaçlardan şehre baktığımda bir nebze de olsa nitelikli yeşillik görürdüm. Ya bağ evlerinin yeşilliğiydi, ya da Hava İkmal gibi devlet kurumlarının zamanında yeşillendirdiği yerlerdi gözüme çarpan yeşillik. Şimdilerde artık o yeşillik de yok. Her yer; dağ, taş beton tarlası olmuş. Her yer alabildiğine gri. Her yerde yüksek yüksek bloklar, bitişik nizam evler…evler…evler… Her biri birer aile mezarlığı sanki….
Eski Talas’ın eteğinde geniş bir çay bahçesi vardı, serin. Eski günlerimin hatırına oraya gidip sıcak bir çay içmek istedim. Yerinde yeller esiyor o şirin çay bahçesinin. Çevresini düzenlemişler, çay bahçesinin bulunduğu yerin karşısına bir meydan yapmışlar, etrafına da “sanat sokağı” demişler. Orada yeni yapılmış küçük bir kafeye oturup elimdeki gazeteleri okumaya koyuldum…
Bilmiyorum, anlatabildim mi?
Türkiye’nin hemen her yerindeki kentsel dönüşüm budur! Bu dönüşümün depremle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur, keşke olsaydı!...