Yaygın bir görüşe göre, insanlığın şiir serüveninin önce duygu daha sonra düşünce sürecinden geçtiği söylenir.
Sanırım geçen yazdı, televizyon programlarının birinde Melih Cevdet Anday ile Cevat Çapan'ın bir söyleşisini izlemiştim. Melih Cevdet Anday o söyleşide, Yahya Kemâl'in bir yazısında dile getirdiği "şiir düşünceden duyguya dönüştürülmüş bir hamurdur" sözünden hareketle, şiirin ilkin "düşünce"den yola çıktığını, "duygu"nun daha sonra işin içine karıştığını; önce duygu daha sonra düşünce sürecinin şiirin yapısına uymadığını vurgulamıştı. Bu görüşünü desteklemek için de dünyanın her yerinde birisinin bir başkasını sevdiğinden dolayı, bu duygudan yola çıkarak "şiir" yazmaya başladığını, bu çabaların küçümsenmemesi gerektiğini ancak şiirin başka bir şey olduğunu sözlerine eklemişti. Melih Cevdet Anday'ın o söyleşi sırasında söylediği şu sözleri belleğimin bir köşesine not etmiştim: "Şairlerin duygulu insanlar olması şart değil. Olabilir de olmayabilir de. Ama şairler düşünceli insanlardır."
Melih Cevdet Anday çok yönlü bir aydındı. Yaşamı boyunca başta şiir olmak üzere, roman, tiyatro oyunu, deneme, çeviri alanlarında pek çok ürün verdi. Verdiği ürünler hem duygu hem de düşünce dünyamızı geliştirdi, zenginleştirdi. Diğer bütün yönleri bir yana, bana göre Melih Cevdet Anday'a en çok yakışan, onu en iyi niteleyen yönü şairliğidir. Adının önüne ille de bir niteleme sıfatı konulacaksa bu hiç kuşkusuz "şair" sıfatı olur. Şair Melih Cevdet Anday...
Akıl dolu duygu yoğunluğunda sözlerle, imgelerle, seslerle, göndermelerle, ayrıntılarla kurulan bir şiirin yaratıcısıdır Melih Cevdet Anday... Gündelik telâşların uzağında sanki başka bir mekânda, başka bir zamanda, hatta başka bir boyutta yaşayan bir şairdi O. Türk şiiri Melih Cevdet Anday'ı hep geriden izledi...
Duygu dünyası ile algılanan şiirlerden akılla algılanan şiirlere uzanan geniş, ferah bir şiir yolunun en seçkin temsilcisi; akılla okunan şiirlerin şairidir Melih Cevdet Anday. Aslında bizde gerek şairlerin şiire bakış açısı gerekse şiir okurlarının şiiri algılayış ve okuyuş tarzı bakımından belirleyici olan "akıl" değil "duygu", dahası "duygusallık"tır. Şiirimize "felsefe" hâlâ nüfuz etmiş değildir. Felsefesiz şiirler çağında yaşadığımızı söylemek büsbütün yersiz sayılmaz. Felsefenin felsefecilerin işi sayıldığı, "felsefe yapma" sözünün her türlü olumsuz anlamı içinde barındırdığı bir toplumda felsefenin şiire gerektiği şekilde nüfuz etmesini beklemek saflık olur! Hangi alanda olursa olsun bugün bu toplumda felsefe, yeri geldiğinde "prestij" gereği "hayranlık" duyulan bir alandan başka bir şey değildir. Salon vitrinlerine konulan bir biblodaki işçiliğe hayranlık duymak gibi bir şey bu.
Liselerden başlayarak felsefenin tüm toplum kesimlerinden uzak tutulup, "felsefesiz yaşamak" zorunda bırakılışımızın bedeli çok ağır oldu. Felsefeyi "felsefeciler"e bırakmak ne demek? En kestirme yanıtla aklımızı başkalarının cebine koymak, kendi aklımızla düşünmekten vazgeçmek demek! Melih Cevdet Anday "felsefeci" değildi, ama Türk şiirine felsefi derinlik boyutunu katan O'dur!
"Felsefe"yle birlikte "akıl" da bir dönem çok konuşulup tartışıldı. Bu bağlamda "düşünce" ve "anlam" üzerinde de durmak gerek...Bu dört kavramın (felsefe, akıl, düşünce, anlam) bugün bile doğru anlaşılıp yerli yerinde kullanıldığı kanısında değilim. Şiirde "anlam" ile "felsefi derinlik" arasındaki fark yeterince algılanamadı. Örneğin, Garip şiiri bir "anlam" şiiriydi ama hep "anlamsızlık" olarak algılandı.
Melih Cevdet Anday'ın akıl konusundaki yaklaşımı ise tüm şairler ve şiir okurları için adeta bir "kutup yıldızı" niteliğindedir. Her şeyin iyice sorgulanmadan belirsiz bir "akıl" gücüne/otoritesine havale edildiği günlerde Melih Cevdet Anday şu uyarıyı yapmıştı: "İnsanoğlu aklı aşmalıdır; eğer aşmazsa, akıl da bir dogma olur." Aklın tutsağı olmak yerine aklı aşmak insanlığın düşünsel serüveninde köklü bir dönüşümü ifade etmektedir. Bu "büyük dönüşüm" bence ancak aklın insanı özgürleştireceği dönemi kavrayıp yaşadıktan sonra mümkün olabilecektir. İnsanoğluna aklı aşmayı önermekle birlikte, aklın özgürleştirici işlevini en çok vurgulayanların başında kuşkusuz yine Melih Cevdet Anday gelmektedir. Melih Cevdet Anday'ın ısrarla karşı çıktığı şey sanırım her şeyin "rasyonalize edilmesi" anlayışıydı. Bu anlayışın bir tür "alışkanlığa" dönüşmesi düşünsel anlamda "tutsaklığın" ta kendisiydi. Oysa bir şair için "akıl" nedir? Olsa olsa şeyler arasında bir "bağ", "bağıntı" ya da "ilinti" kurmaktır. Bir büyük tutsaklığın başlangıcı değil!
Yeri gelmişken belirtmek isterim: Melih Cevdet Anday'ın çok katmanlı şiir serüvenini salt "akılla okunan şiirler"olarak nitelersek onun şiirlerindeki çok önemli diğer özellikleri kolayca ve acımasızca gözardı etmiş, "her şey" gibi "Melih Cevdet Anday şiiri"ni de kendi kıt aklımızla "rasyonalize etmiş" oluruz. Benzer bir tavır Ece Ayhan'ın şiiri için de gösterildi. Şiirlerindeki pek çok yenilik ve özgünlük bir kenara itilip sadece "sivil şair" olarak "zapta geçirilmeye" çalışıldı Ece Ayhan. Bence bu Ece Ayhan'a ve şiirine yapılan büyük bir haksızlıktı.
Çok yönlü bir aydın olmanın verdiği "bilge" tavırla, insanlığın yüzyıllardır üzerinde kafa yorduğu en çetrefilli sorunsalları, kavramları keyifle okunan denemelerinde, romanlarında, deneysel yönü ağır basan oyunlarında çeşitli bakış açılarıyla yetkin bir dille ele almasını bilen Melih Cevdet Anday'ın, üzerinde titizlikle durduğu bu kavramlara şiirsel bir duyarlıkla yeni açılımlar getirmemesi düşünülemezdi. Melih Cevdet Anday'ın şiirsel bir duyarlıkla sürekli gözönünde tuttuğu kavramların başında kuşkusuz "zaman" kavramı gelir. Her kavramı "kuşku"yla karşılayan Melih Cevdet Anday, "zaman" kavramına da aynı kuşkucu duyarlıkla yaklaşır. Bir benzerlik kurmak gerekirse, insanlara hükmeden robotlar düşüncesi ne kadar ürkütücüyse, "zaman"ın da insanlara hükmetmesi o derece ürkütücüdür. Aslında yılın 12 aya, ayın 30 güne, günün 24 saate, saatin 60 dakikaya, dakikanın 60 saniyeye bölündüğünden beri insanlık, bu büyük buluşunun tutsağıdır. Melih Cevdet Anday'ın şiirleri arasında beni en çok etkileyen şiirler "zaman" üzerine yazdığı şiirlerdir. Onun Öğle Uykusundan Uyanırken adlı düzyazı-şiirini ne kadar okusak azdır...Akrepsiz bir yelkovandan yola çıkarak zaman üzerine geliştirdiği çok boyutlu, çok katmanlı düşünceler öylesine ufuk açıcı ki....
Bir de Yağmurun Altında'yı okumalı. Yirminci yüzyılı yaşamış bir aydının yaşanılanlar karşısında sergilediği "vakur", "sade" tavrın şiiridir Yağmurun Altında. Bu büyük şiir şu dizelerle başlar:
"Yirminci yüzyılı yaşadım
Ertelenmiş bir yüzyıldı bu"
İlerleyen sayfalarda şu çarpıcı bölüm karşılar bizi:
"Yaşayamadın yirminci yüzyılı
Kim yaşadı ki kendi yüzyılını
Akarsuyun dilinden sezenimiz yok
Orpheus'tan sonra ben geldim
Giz dönüp baktığımız yerde kaldı.
Görüp de bilenimiz yok."
Buraya kadar gelmişken, Melih Cevdet Anday'ın üzerinde en çok durduğu "düşünmek" eylemi üzerine birkaç şey söylemeden geçmek olmaz. Melih Cevdet Anday "düşünmek" eylemini "unutmak" eylemiyle yan yana, bir arada "düşünmeyi", algılamayı önerdi hep. Unutmanın yanına bir de "yitirmenin hüznü"nü koymak gerek:
"Kuşlar seslerini bulmak için
Bahçelere koşuyorlar
O kadar yer gördüm ki
İçim sızlıyor unuttukça"
Mitoloji...Melih Cevdet Anday'ın şiir serüvenindeki belirgin duraklardan birisidir mitoloji. Ülkemizde bir dönem şairler şiirlerine "felsefi derinlik" katmak için "mitoloji"nin engin denizlerine açıldılar. Şirde mitolojiye yaslanmanın olumlu ve olumsuz yönleri üzerine pek çok şey söylenebilir. Kolları Bağlı Odysseus'un, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış'ın , Troya Önünde Atlar'ın "içeriği" ile ilgilendim, "göndermelerin" farkına varmaya çalıştım, Melih Cevdet Anday'ın bu şiirler için yazdığı açıklamaları okudum; ama bu şiirleri "şiir formunda" okuduğum söylenemez.
Ankara'da, Hipodrom'da, Edebiyatçılar Derneği'nin onuruna verdiği bir yemekte Melih Cevdet Anday'ın masasına konuk olup onu zevkle dinleme şansım olmuştu. Onun konuşmayı ne kadar çok sevdiğini, zekice, alaycı göndermelerle sohbeti duru bir akarsu gibi nerelerden nerelere taşıdığını o masada gördüm ve çok etkilendim. Melih Cevdet Anday'ın bu özelliklerini daha önce dergilerde, gazete sütunlarında okumuştum ama onun bulunduğu bir sohbet ortamının havasını solumak elbette başka bir şey.
Sanırım Müjdat Gezen'in hazırladığı "Tuhaf Şiirler Antoloji"sindeydi; Melih Cevdet Anday'ın şu üç dizelik "bilmece"sini okur okumaz aklımın bir kenarına yazmıştım:
"Maviyi anlarsın.
Denizi anlarsın.
Mavi denizi
Zor anlarsın..."
Melih Cevdet Anday'ın, ciltli, kalın sözlüklerde kendi hallerinde, yerli yerinde duran sözcükleri, ince bir alaycı tavrı da hissettirmekten geri durmayarak, bir dizede zekice buluşturması beni hep "şaşırtmış" ve "mutlu" etmiştir.
O'nun bu "şaşırtıcı" bilmecesini burada anarken 1970'li yılların ortalarında Özgür İnsandergisinde okuduğum Bülent Ecevit'in üç dizelik şu kısa şiiri geldi aklıma:
"Görmeden bak
Duymadan dinle
Öğrenmeden bil"
Melih Cevdet Anday'ın "ölüm" adını verdiği "bilmece"siyle Bülent Ecevit'in bu kısa şiirini yıllar sonra aynı anda belleğimde buluşturdum. Bu güzel anımsama sırasında şairlerin aslında birbirlerine ne kadar çok yakın olduklarını, "uzaktaki suyun yakındaki yangını söndüremeyeceğini", "portakalı paylaşmakla tadının bozulmayacağını" ne kadar iyi bildiklerini, birbirlerini ne kadar zarifçe tamamladıklarını, "bir evin lambasının iki evi aydınlatmayacağının" bile bile yine de aynı havayı solumaktan mutlu olduklarını daha iyi anladım...
Yıllar öncesinde yazılanları unutmamak ne kadar güzel!
Her şeyin kolayca kullanılıp atıldığı bir dünyada kalıcı şiirler yazmak kolay değildir. Şiirlerindeki duyarlık, güçlü mantık ve matematiksel kurgu düzeyindeki şiirsel mimari, Melih Cevdet Anday'ın şiirlerini daha uzun süre taşıyacak güçtedir.
"Şair, konuşma dilinden; anlaşma dilinden bıkmış bir adamdır. Çünkü, o dille kimsenin anlaşamadığını bilmektedir. Yeni yeni ufuklar açmak için çabalar o ve konuşma dili, anlaşma dili onun gizli hazinesidir. Şair, en sade sözü, en anlaşılır sözü söylediği zaman bile aklımızı şaşırtır ve bize dünyamızı sevdirir. Bıktığımız, değişmesini istediğimiz bu dünyayı…" Şiir Yaşantısı" adını verdiği bildirisinde şiiri bu sözlerle niteliyordu Melih Cevdet Anday. O'na göre şiir "başka bir yaşantı"ydı ve şiirde "herşeyin başı imge"ydi...
Virginia Woolf günlüklerinin bir yerinde, hayranlıkla okuduğu Marcel Proust üzerine şunları yazar: "Kelebeklerin gölgelerini bile en ince ayrıntısına kadar inceliyor. Duvar kadar sağlam ama bir kelebeğin kanadı kadar narin." (Aktaran Allain de Botton-Proust Yaşantımızı Nasıl Değiştirebilir). Virginia Woolf'un günlüğüne yazdığı bu satırlar, duygu ve duygusallığın ağır bastığı bir şiir ortamında duyarlık, felsefi derinlik ve matematiksel kurgu gibi şiirin üç temel sac ayağını yerli yerine oturtan Melih Cevdet Anday'ın şiiri için de okunamaz mı:
"Duvar kadar sağlam, kelebek kanadı kadar zarif."
Eğer yaşamımızda kültüre, sanata, edebiyata, felsefeye açılan bir penceremiz olmuşsa, daha doğrusu olabilmişse, Melih Cevdet Anday belki de o güzel pencerenin pervazı, pervazın önündeki begonyalardı... Melih Cevdet Anday artık "yok"...Bizi biz yapan incelikleri, duyarlıkları anlamamızı sağlayan hayat damarlarımızdan birisi koptu sanki...
Kültüre, sanata, edebiyata, felsefeye açılan, pervazında begonyaların açtığı bir penceresi olmayan hayat, hayat mıdır sizce?