“Türkiye Yüzyılı”ndan “Yüzyılın Felaketi”ne…
(Bölüm 4: 30 Ekim 2020 "İzmir" Depremi)
1.
“İzmir” depremi olarak anılan deprem 30 Ekim 2020 tarihinde saat 14.51’de Ege Denizi’nde Sisam Adası açıklarında meydana geldi. Depremin merkez üssü Seferihisar’a 23 km uzaklıktaydı. Denizde, yerin yaklaşık 17 km altında meydana gelen deprem 16 saniye sürdü. Depremin büyüklüğü Kandilli Rasathanesi’ne göre 6,9, AFAD’a göre ise 6,6’ydı. Depremde Türkiye’de117, Yunanistan’da da 2 kişi olmak üzere toplam 119 kişi hayatını kaybetti. Depremde 1053 kişi de yaralandı. Bunlardan kimisi arama-kurtarma çalışmaları sonucu enkazdan kurtarılanlar, büyük bir kısmı da yaralı halde yıkık binalardan kendi imkânlarıyla çıktıktan sonra hastanelerde tedavi altına alınanlardı.
Depremden hemen sonra ülkelerden ve kurumlardan ulusal ve uluslararası düzeyde çok sayıda destek mesajları geldi.
Depremin asıl yıkıcı etkisi, depremin merkez üssüne 23 km uzaklıktaki Seferihisar’da değil de 90 km uzaklıktaki İzmir’in Bayraklı ve Bornova ilçelerinde meydana geldi. Depremde 9’u tamamen, toplam 17 bina yıkıldı. Yıkılan binaların ortak özelliği alüvyonlu zemin üzerine inşa edilmiş olmalarıydı.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre İzmir depreminde, ağır hasarlı ve yıkılan bina sayısı 124, orta hasarlı bina sayısı 119, az hasarlı bina sayısı 730, boşaltılan bina sayısı 172’dir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da bilir ki ülkemizdeki mevzuat uyarınca 1. Derece deprem bölgelerindeki binaların 9 büyüklüğündeki depreme dayanıklı olarak yapılması gerekmektedir. Bunun ihlali anayasal güvence altındaki yaşam hakkının ihlali anlamına gelmektedir. Anayasamızın 17. maddesinde şöyle yazar: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan açıklamalarda ise 139 okulda küçük ölçekli hasarların, bazı çatlaklar ya da duvarlarda görülen emarelerin ayrıntılı analizlerinin yapılacağı bilgisi verilmiştir.
Depremde İzmir Adliyesi merkez binasında, İzmir Büyük Şehir Belediyesi merkez binasında, TÜİK İzmir Bölge Müdürlüğü binasında da hasar meydana geldi.
Yine bu depremde Buca Seyfi Demirsoy Eğitim ve Araştırma Hastanesi depremde kullanılamaz hale geldiği için kapatıldı, 32 sağlık merkezinde de hasar tespit edildi.
Depremin merkez üssüne hasar gören İzmir’den çok daha yakın olmasına rağmen Seferihisar’daki binalarda herhangi bir yıkım meydana gelmedi.
Buca Hapishanesi, depremde hasar aldığı gerekçesiyle boşaltıldı. İşin ilginci, Buca Hapishanesi için zaten depremden önce alınmış bir yıkım kararı var. Bu karara rağmen hapishane yıkılmamış, depremden sonra apar topar bu “karar” kıymete binmiştir!
Depremden sonra ulaşımda ve trafik akışının sevk ve idaresinde yaşanan güçlükler yüzünden ilk birkaç saatte hayati öneme sahip arama-kurtarma çalışmalarında ciddi aksaklıklar yaşandı. Buna mobil haberleşmede yaşanılan olumsuzluklar da eklendi. Tüm bunlar, kısa süreli de olsa bir panik havasına neden oldu. Bu olumsuzlukları, ne yazık ki, her afette tekrar tekrar yaşıyoruz.
Bu depremde tipik olarak yaşadığımız olumsuzluklardan biri de arama-kurtarma çalışmalarında sergilenen keşmekeşti. Uzman ekipler tarafından belirli yönergelere göre hassas bir biçimde dikkatle ve özenle yürütülmesi gereken arama-kurtarma çalışmaları kısa sürede her kafadan bir sesin geldiği, her kurum ve kuruluşun kendine göre boy göstermeye çalıştığı bir “saha” çalışmasına dönüştürüldü.
Günlerce süren enkaz kaldırma işlemleri sırasında, enkazın üzerine çıkan, gereksiz kalabalığa da telefon ile enkaz altındaki kişiye bağlanarak şov yapan “bakan”a da tanık olmuştuk. Bakanın enkaz üzerinde cep telefonuyla “görüntü verdiği” an hafızalara kazındı. Halk bu siyasi şovu tepkiyle karşıladı. Gazetelerdeki, televizyonlardaki fotoğraf hâlâ belleklerdedir.
Her deprem sonrasında olduğu gibi İzmir depremi sonrasında da çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından depremzedelere sürekli yardımlar yapıldı. Ancak yardım kuruluşları arasında yapılan ayrımcılık toplumun yardımlaşma duygusunu zedeledi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İzmir Büyükşehir Belediyesini neredeyse deprem alanına sokmazken, tarikatların ilk yardım ekiplerinin enkaz üzerindeki görüntüleri televizyonların haber kanallarında boy boy gösteriyordu. İktidara yakın bazı vakıf ve kuruluşlar (İHH, Beşir Derneği vb.) devlet olanaklarını da kullanarak adeta “resmi kurum” muamelesi görürken, iktidardan uzak kimi yardım kuruluşlarına türlü bürokratik ve fiili engeller çıkarıldı. TTB, TMMOB, İMO gibi meslek kuruluşları bilinçli olarak deprem sonrası hasar tespiti çalışmalarından uzak tutulmaya çalışıldı. Tüm bu ayrımcılıklar kamuoyunda tepkiyle karşılandı.
Her deprem sonrasında dile getirilen haklı bir talebi burada bir kez daha dile getirmek isterim: Yapı tasarım, üretim ve denetim süreçlerinde TMMOB’a bağlı meslek odalarını devre dışı bırakan uygulamalara son verilmelidir. Odaların mesleki denetim faaliyetleri üzerine konulan engeller kaldırılmalı, yerel yönetimler bu konuda üzerlerine düşenleri eksiksiz yerine getirmelidir.
İzmir’deki deprem, Covid-19 salgınının tüm yurtta etkisini gösterdiği bir dönemde meydana geldi. Depremzedeler için bir yandan çadırlar kurulup battaniye yardımları yapılırken öte yandan da kurulan çadır kentlerde üç öğün yemek servisiyle birlikte maske dağıtımı ve aşılama çalışmaları yapılıyordu.
İzmir depreminde depremden etkilenen alan sınırlıydı ve depremzede sayısı görece azdı. Bu durum, çadır kentlerde ihtiyaç duyulan hizmetlerin kısa sürede verilebilir olmasını sağladı. Bu kapsamda çadır kentlere kısa süre içerisinde seyyar tuvaletler ve duş yerleri konuldu, çocuk bezi, hijyenik malzeme, çocuk arabası, ısıtıcı vb. dağıtıldı, psiko-sosyal destek çalışmaları başlatıldı. Giderek, depremzedelerin kreş ve eğlence ihtiyaçları da giderilmeye başlandı.
2.
Depremin ardından yıkılan binalarda sorumlulukları olduğu iddia edilen kişilere yönelik açılan 5 davada 29 sanık yargılanmaya başlandı. Aralarında müteahhit, sürveyan, inşaat mühendisi, mimar; projesiz, izinsiz ve kontrolsüz tamirat işlemi yaptırdığı, binanın kentsel dönüşüme sokulmasına karşı çıktığı ve binadaki hasarı bina sakinlerinden gizlediği iddia edilen apartman kat malikleri ile yapı denetim şirketi yetkililerinin de olduğu 29 sanık hakkında "bilinçli taksirle birden fazla insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olmak" suçundan dava açıldı. Bilirkişi raporlarında, binaların "projelendirmedeki eksiklikler, malzeme özelliklerindeki yetersizlikler, uygulama ve işçilik hataları, yapım denetimindeki yetersizlik" nedeniyle yıkıldığına dikkati çekildi. Depremde 36 kişi ile en çok can kaybının yaşandığı apartman Rıza Bey Apartmanı oldu. Yıkılan apartmanın betonarme statik proje müellifi ile sürveyanı yargılandıkları davada inşaata hiç gitmediklerini söylediler.
Depremde yaklaşık 85 bin kişi evini kaybetti. Her zaman olduğu gibi depremzedelere yaraların derhal sarılacağı sözü verildi. Depremin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen görüldü ki depremzedelerin sorunları hâlâ orta yerde duruyor. Verilen sözlerin yerine getirilmemesinden ve yurttaşların arazilerinin ellerinden alınmasından dolayı mağduriyet arttı. Yüzlerce depremzede konteynerlerde yaşarken kredilerin yüksek ve kısa vadeli olmasından dolayı kredi çekemedi, yıkılan evlerini yapamadı. Devlet güvencesinde olan DASK ise yurttaşlara komik rakamlar ödedi.
Depremin birinci yıl dönümünde İzmirli depremzedeler adına İzmir Depremzedeler Dayanışma Derneği (İZDEDA) başkanı özetle şunları söylüyordu:
Evimize ve normal yaşantımıza dönmek istiyoruz. Deprem zamanında yanımıza geldiler, ağladılar, sarıldılar gittiler. Sonra biz yalnız kaldık.
Kızılay, ‘Yemek dağıttık’, devlet ‘çadır kurduk’ diyor. Tabii kuracak, zaten onların asli görevi. Bizlere sosyal devlet değil, sosyal vatandaş destek oldu. Hâlâ 300’e yakın konteynerlerde yaşayan depremzedelerimiz var.
İnşaat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi ise depremin birinci yıldönümünde yaptığı açıklamada; “2011 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konan ‘Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı’ ile ilgili birçok karar alındığını ama hepsinin sadece dosyalarda kaldığını” ve “bu bir yıl içinde hiçbir şeyin yapılmadığını” söyledi.
Öte yandan yapılan resmi açıklamalara bakılırsa depremin hemen ardından yaralar sarılmaya, konteyner kentler kurulmaya başlandı. Rezerv alanlarda deprem konutlarının inşası için de kollar sıvandı. Belirlenen 7 alanda 5 bin 61 konut projelendirildi. Depremin 1. yıl dönümü öncesi tamamlanan 800 konut depremzedelere verilmeye başlandı. AFAD’dan yapılan açıklamada, “Geçen 1 yılda, afetzede vatandaşlarımızın nakdi ve ayni ihtiyaçları için yapılan harcama yaklaşık 200 milyon TL’yi buldu” denildi.
Depremin üzerinden bir yıl geçtiğinde durum buydu.
Aradan bir yıl daha geçip takvimler 30 Kasım 2022’yi gösterdiğinde depremin ikinci yıldönümü için anma törenleri düzenleniyordu. Birinci yıl dönümü anmalarındaki sözler kopyala yapıştır yoluyla tekrar edildi. Ölenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa, kalanlara başsağlığı dilendi. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği bakanının günün anısına twitter üzerinden yaptığı açıklamaya göre; deprem sonrasında Bayraklı ilçesi sınırları içerisinde deprem sonucu çöken veya ağır hasar gören yapıların bulunduğu alanda 1404 konut ve 289 işyeri hak sahiplerine teslim edildi. Açıklamada teslim edilmeyen konut bağımsız birim adedinin 15, ticari birim adedinin de 10 olduğu belirtildi. Ayrıca Bayraklı ilçesindeki şehir hastanesinin olduğu bölgede 2 bin 816 konut ve 60 işyeri inşaatının etaplar halinde devam ettiği ve yılsonuna kadar hak sahiplerine teslim edilmesinin hedeflendiği belirtildi.
Ancak aynı bakanlık, depremin hemen ardından “5061 konut yapacağız” demişti. Bakanlığın açıklamasına göre İzmir Depremi sonrası TOKİ tarafından 5 bin 61 konut ve 357 iş yerinin ihalesi gerçekleştirildi. Bu kapsamda 1404 konut ve 289 işyeri hak sahiplerine teslim edildi.
Deprem sırasında kiracı olanlar ise depremin ikinci yıldönümünü de konteyner kentte geçirdiler.
TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu depremin ikinci yıldönümünde olan biteni yalın bir dille şu şekilde özetledi:
"İki yıl önce bugün, 30 Ekim 2020 tarihinde gerçekleşen deprem sonrasında, başta Bayraklı olmak üzere çeşitli ilçelerde yıkım ve hasarlar oluştu ve can kayıpları yaşandı. Sayısız acı haber ve yaşanan mağduriyetlerin üzerinden tam iki yıl geçti. İzmir depremzedeleri kaybettikleri canlara alışmaya çalışır ve sorumluların cezalandırılmasını beklerken depremin ardından kendilerine verilen sözlerin tutulmadığı da açık bir şekilde ortaya çıktı.
Depremde yıkılan evleri henüz yerine konulmadı. Bugün hâlâ yaklaşık 200 aile, yaşamını konteyner kentlerde sürdürmeye devam ediyor. Yıkılan binaların yerine yapılan binalarda çok sayıda yurttaş evlerini ya da iş yerlerini geri alamadı. Binaların yıkılmasında sorumluluğu olanları henüz tam olarak ortaya çıkarılmadığı gibi, özellikle kamu görevlisi olan birçok sorumlunun hâlâ aramızda dolaştığı da bir vakıa. Deprem sonrasında konutlar için verilen sözlerin göstermelik bazı törenler ile ve az sayıda aile için gerçekleştirildiğini, deprem gündemden düştükçe bu alandaki vaatlerde gecikmelerin ve mağduriyetlerin de arttığını görüyoruz. Üstelik mevcut mağduriyetler dahi giderilememişken gelecekte başka acıların yaşanmasına zemin hazırlayacak olan yeni bir imar affından söz edilmeye başlanmış durumda. Peşinen bilinmelidir ki yeni bir imar affı, yeni can kayıplarına giden yolun taşlarını döşemektir. Her seçim döneminde oy uğruna verilen bu tür tavizler hem şehir hayatının sağlık ve konforunu olumsuz etkilemekte hem de depremlerde can kaybı olarak geri dönmektedir. İktidarın bilim ve tekniği hiçe sayan bu uygulamalar ile yeni can kayıplarına yol açmasına karşı olduğumuzu ve bu hatanın kesinlikle tekrarlanmaması gerektiğini vurguluyoruz. Yapılması gereken, temel problemleri yok saymak ve görmezden gelmek yerine, popülizm yapmadan sorunların kaynağına inerek, adım adım çözmektir.
Biliyoruz ki topraklarımızdan 80 kilometre uzakta gerçekleşen depremin İzmir’de yarattığı hasar, depreme karşı ne kadar hazırlıksız olduğumuzu gösteren, sonuçları korkunç bir uyarıdır. Üstelik bu uyarı, yalnız İzmir’e değil, aynı zamanda İstanbul’a, Elazığ’a, Van’a, neredeyse tamamı deprem kuşağında yer alan tüm Türkiye'ye bir uyarıdır. Bir sonraki deprem gerçekleşmeden ve yeni acılarla yüzleşmeden, karar vericileri harekete geçmeye, halkımızı da geçici rantları reddederek geleceklerini güvenli hale getirecek taleplerde bulunmaya davet ediyoruz. Aksi halde bir başka depremde yaşamını yitirecek her yurttaşımızın kanı, tedbir almayanların ellerine bulaşacaktır."
Akıl ve bilim bunları söylüyordu. İktidarın dili ise bambaşkaydı. Bol bol vaat üzerine kurulu, irrasyonel, popülist (halkçı değil, popülist!) bir dil…
Depremlerden sonra deprem bölgelerinde hayatı yeniden kurmak yalnızca konut ve işyeri inşa etmek değildir. Barınma elbette hayati bir ihtiyaçtır ve acilen sağlanmalıdır. Ancak, deprem sonrasında bütün yapılacakları inşaata indirgemek yanlıştır. Depremde her şeyini yitirmiş insanlara başlarını sokabilecekleri bir evle birlikte gelecek günlere dair güzel ümitler de vermek gerek. Yaşadıkları derin travma sonrasında gerekli rehabilitasyon hizmetlerini verip onları yeni bir hayata hazırlamak gerek. Okul gerek, iş gerek, uğraş gerek. Dahası, bunlardan çok daha fazlası gerek.
Tarihler 30 Ekim 2023’ü gösterdiğinde İzmir depreminin üzerinden tam üç yıl geçmiş olacak. Birinci ve ikinci anma yıldönümlerinde neler söylenmişse biraz daha unutulmuş haliyle üç aşağı beş yukarı yine aynı şeyler söylenecek. Ama depremin ikinci yıldönümüyle üçüncü yıl dönümü arasında önemli bir fark var. Araya 6 Şubatta Kahramanmaraş’ta, 20 Şubatta da Hatay’da birbiri ardına iki büyük deprem yaşadık. Böylesine iki büyük depremin acısı henüz “taze”yken İzmir’deki depremin üçüncü yıldönümü belki de hatırlanmaz bile… Bir takvim yaprağı olarak 30 Ekim öylesine gelir ve geçer… Herkes acısıyla baş başa kalır ve ne yazık ki bu böyle hep sürüp gider…
3.
30 Ekim 2020’de meydana gelen İzmir depreminden sonra yapılan arama-kurtarma ve her alanda gündelik hayatın yeniden tesis edilmesi çalışmalarından alınacak son derece önemli bir ders var:
Depremin etki alanı sınırlıydı ve büyüklük bakımından üstesinden gelinebilir bir depremdi. Aklın ve bilimin ışığında tüm bileşenlerle etkin bir ilişki ve işbirliğiyle yönetilebilseydi şimdiye kadar bu depremin yaraları çoktan sarılmış olurdu. Devletin gücü, halkın desteği ve toplumun dayanışma isteği bu zorluğu aşmamıza fazlasıyla yeterdi. Ancak iktidar, örneğin 2011 Van ve 2020 Elazığ depremlerinde olduğu gibi, İzmir depreminde de arama-kurtarma çalışmaları başta olmak üzere, çadır kentlerin kurulması, konteyner kentler, yeme içme hizmetlerini devletin (daha doğrusu siyasi iktidarın) gücünü gösteren bir “şov”a dönüştürme bir beis görmedi. Oysa tüm bu tutum ve davranışların her şeyden önce milli birlik ve beraberlik duygusuna zarar vereceği hep söylendi. İktidar, bakanlıklar eliyle bu uyarıları hep elinin tersiyle itti. “Devletiniz güçlüdür, deprem olsun, sel olsun, yangın olsun, göçük olsun, böylesi afetler dünyanın her yerde olur, cumhurbaşkanımızın talimatıyla bakanlarımız, valilerimiz derhal olay yerine intikal eder, durumu yerinde kontrol altına alır, gerekli talimatları orada verir, devlet anında yaraları sarmaya başlar.”
Bu “özgüven patlaması”nın (daha doğrusu cahil cesaretinin) “sağlaması” yakın geçmişteki afetlerde daha önce defalardır yapıldığı için 6 Şubat 2023’te sabaha karşı saat 04.17’de Kahramanmaraş’tan şiddetli deprem haberi geldiğinde de aynı özgüven patlamasıyla (cahil cesaretiyle) hareket edildi. “Ortalığı şimdi hemen ayağa kaldırmaya gerek yok, daha önce de benzer depremler oldu, daha önce nasıl hemen tedbir aldıysak yine aynı tedbirleri alırız, iki üç bakan bölgeye hareket eder, durumu kontrol altına alır, hele bir sabah olsun” diye düşünüldü. Daha sonra “yüzyılın felaketi” olarak adlandırılacak bu doğa olayının geniş bir bölgede açtığı yıkım ilk anda olabildiğince küçültülmeye çalışıldı. Özgüven patlamasının ürünü bu küçümsemenin en büyük hayati bedeli, arama-kurtarma için en değerli ilk birkaç saatin heba edilmesi oldu. Eğer o birkaç saatte gerekli yerlere gerekli emirler acilen iletilebilseydi, gerekli alet edevat, teçhizat derhal tedarik edilip en yakın birlikler afet bölgesine intikal ettirilebilseydi bugün enkazdan belki de binlerce kişi sağ olarak kurtarabilecekti. Sabaha karşı meydana gelen depremden 9 saat sonra öğle saatlerinde meydana gelen ikinci deprem ise artık büyük bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu bize acı bir biçimde göstermiş oldu. İşte o an anladık ki böylesi büyük felaketler, afetler ciddidir, ciddiyetle yönetilmesi gerekir, öyle bakanlarımız, valilerimiz olay yerine intikal etti diye yıkıcı etkilerinde herhangi bir azalma olmaz.
6 Şubatta 9 saat arayla meydana gelen iki şiddetli depremin bize öğrettiği acı ders şudur: Deprem ciddi bir afettir, depremin yol açtığı enkaz, “bak biz buradayız, bunlar ne ki, devletimiz bunların üstesinden gelir” demek istercesine, bakanların üzerine çıkıp cep telefonuyla poz verecekleri siyasi şov ya da miting alanı değildir. Unutulmamalıdır ki ayakların basıldığı enkaz, altında kurtarılmayı bekleyen depremzedelerin kalp atışlarının duyulduğu yaşam alanlarıdır. Bu haliyle üstünden daha değerlidir, daha önemlidir.
Afetleri ciddiye almamak; sel olsun, deprem olsun, yangın olsun, göçük olsun, oluşan enkazı, yıkımı, bir an önce ortadan kaldırıp yerine “sıfırdan” yeni baştan yapılacak yapıların inşaat alanları olarak görmek, uzman ekiplerce ciddiyetle ve dikkatle yürütülmesi gereken arama-kurtarma çalışmalarını “reality show”lara dönüştürmek yanlıştır, hangi şiddette olursa olsun afeti hafife almaktır. Özgüven patlamasının bu kadarı cahil cesaretidir ve tehlikelidir.
Hiç sanmıyorum ama yine de 6 ve 20 Şubat 2023’te yaşanan depremlerden bu acı dersin layıkıyla alınmış olmasını umuyorum.