“Türkiye Yüzyılı”ndan “Yüzyılın Felaketi”ne…
Deprem sonrasının öğrettikleri...Depremin üzerinden altı ay geçti…
1.
6 Şubattaki o iki büyük depremin üzerinden tam altı ay geçti. Bir yandan ulusça büyük bir dayanışma duygusu ve gayretiyle yaralarımızı sarmaya çalışırken öte yandan da yine aynı dikkat ve hassasiyetle, serinkanlılıkla, deprem sonrası olan bitenleri değerlendirmeye çalışıyoruz.
Resmi açıklamalara bakılırsa Kahramanmaraş merkezli 11 şehirde etkili olan depremlerde 50 bin 783 kişi hayatını kaybetti. Aylardır bu sayı ne artıyor, ne azalıyor. Demek ki “hesap” kapatıldı. Oysa hâlâ ölü mü diri mi olduğu tespit edilmeyen, “gaip” olarak (kayıp) kayıtlara geçen kimseler var. Bunların sayısı tam olarak nedir, bilen yok, açıklayan yok. Oysa bir “tuş”la her bilgiye erişmek mümkün! Gaziantep’te enkaz altında can verip cenazesi Adana’da çıkanlar var. Örneğin Hatay’da Rönesans Rezidans’ın enkazı altında “halen” kaç kişi var, bilinmiyor. Bir de “kayıp” çocuklar var: Ailenin rızası var yok, bir tür “ganimet” misali, tarikatların eline geçen çocuklar bunlar.
1999’daki Marmara ve Düzce depremleri sonrasında dönemin koalisyon hükümeti altı kalem ek vergi getirdi. Bunlar arasında yer alan “özel iletişim vergisi” halen alınmaya devam ediyor. Deprem sonrası getirilen bu altı kalem vergiden ilk iki yıl yaklaşık bir milyar 100 milyon TL toplandı. 2000 ila 2003’te ise kalan iki vergiden toplam 4 milyar TL devletin kasasına girdi. 2004’ten günümüze kadar ise özel iletişim vergisinden yaklaşık 85 milyar TL toplandı. Demek ki O günden bu yana (2022) “deprem vergisi” olarak toplanan para yaklaşık 90 milyar lira. Can kayıpları elbette ölçülmez ve bu hesaba dâhil değil ama yapılan hesaplamalara göre 1999 depremlerinin yol açtığı hasar, gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYH) yaklaşık yüzde 2-3’ü kadar. Bugün (2023) Türkiye’nin gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYH) yaklaşık 800 milyar dolar olduğu düşünüldüğünde1999 depremlerinin bugünkü “maliyeti” yaklaşık 16-24 milyar dolar. (Not: 1999’da Türkiye’nin gayri safi yurtiçi hasılası (GSYH) yaklaşık 250 milyar dolar. Aradan çeyrek asır geçmiş, GSYH’da ancak 3 kattan biraz fazla büyüyebilmişiz! Ayrıca, 1999’da nüfus 63 milyon, bugünse 84 milyon, sığınmacılarla birlikte 90 milyonun üzerinde. Son 25 yıllık “üretim-istihdam-büyüme-ihracat-cari fazla”daki hal ve gidişimize bir de bu açıdan bakın isterseniz.)
6 Şubat 2023’te meydana gelen depremlerin maliyeti yaklaşık olarak 104 milyar dolar. Öyle söyleniyor. Bu hesabın nasıl ve neye göre yapıldığını henüz bilmiyoruz. Hesabı doğru kabul edecek olursak, bugün, 1999 depremlerinden yaklaşık 4-5 kat daha ağır bir hasarla karşı karşıyayız. Herkes de kabul eder ki 1999 depremlerinden sonra yıllar yılı toplanan “deprem vergileri”, depremin maliyetini katbekat karşılayacak miktarda. O halde yıllar yılı toplanan bu deprem paraları nerelere harcandı? Bu konuda en veciz açıklamayı 2011 yılında dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek yapmıştı: Kelimesi kelimesine şöyle demişti sayın bakan: “Bu duble yollara gidiyor, demir yollarına gidiyor, havayollarına gidiyor, çiftçimize gidiyor, eğitime gidiyor değerli arkadaşlar.”
Aynı soru ileriki yıllarda çeşitli soru önergeleriyle mecliste başka hazine ve maliye bakanlarına da soruldu. Cevap, kestirmeden, özetle hep şöyle oldu: Toplanan tüm vergiler halkımıza hizmet için kullanılmaktadır.
Sözün kısası: 1999 depremleri sonrasında toplanan paraların gerçekten depremin yaralarını sarmaya mı yoksa başka yerlere mi harcandığı bugün bile hâlâ muamma.
Aradan neredeyse çeyrek asır geçtikten sonra bugün yine benzer bir durumla karşı karşıyayız. Yurtiçi ve yurtdışı yardımlarla, gösterişli bağışlarla, vergi toplama yetkisini kötüye kullanma mertebesinde, dolaylı dolaysız, akıl almaz ölçüde yüksek ve keyfi vergilerle, depremin maliyeti öne sürülerek ücretlere yapılan düşük zamlarla, bugün de 1999 ve sonrasındaki duruma benzer şekilde depremin maliyetinin çok üzerinde bir para toplanmış durumda ve yıllara sari olarak da her yıl toplanmaya devam edilecek. Aynı soru yine sorulacak: Deprem için topladığınız paralar nerede?
2011’de bu soruya muhatap olan Mehmet Şimşek kaderin cilvesine bakın ki bugün yine aynı koltukta oturuyor. Daha önce köprülere, yollara, eğitime harcadık dediği deprem paraları için ister misiniz bugün de şuna benzer açıklamalar yapsın:
Ben aşiretin bütün paralarını vadeliye yatırdım.
Borsaya girdim.
Varlık Fonu’na aktardım.
Döviz büfesi açtım…
Şaka bir yana, daha önce tam olarak izah edilemeyen ne varsa hâlâ izaha muhtaç. Bugünün tek farkı: Artık hesap soracak merci yok!
2.
6 Şubattaki depremlerin üzerinden altı aydan fazla bir zaman geçti. Aradan geçen altı ayda gördük ki deprem öncesinde yapılması gerekenler bakımından depreme -ne o gün ne bugün- hiç de hazırlıklı olmadığımız gibi deprem sonrasında yapılması gerekenler bakımından da depremden ders almışa benzemiyoruz. Bugün benzer bir deprem olsa sonuçları itibariyle yine aynı şeyleri yaşardık.
Her büyük felaket sonrasında olduğu gibi aradan bir süre geçtikten sonra depremzedelerin kaderine de unutulmak düşer.
Aradan geçen altı aylık bir süre Kahramanmaraş ve Hatay merkezli depremlerden sonra yaptıklarımızı ve yapamadıklarımızı değerlendirmek için yeterli bir süredir. Depremin yaralarını kalıcı olarak sarabilmemiz için bu değerlendirmeyi yapmamız gerek. Ayrıca, bu değerlendirmeyi yapabilmemizi sağlayan sahadan gelen raporlar var. Kimi siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, odalar, içinde çok değerli tespitler, çözüm önerileri içeren ciddi, bilimsel, objektif raporlar hazırlayıp kamuoyunun bilgisine sunuyorlar. Haberdar oldukça bu raporları okuyup ben de herkes kadar deprem sonrasındaki “hal ve gidiş”i anlamaya çalışıyorum.
3.
Deprem sonrasında barınma hiç kuşkusuz en temel ihtiyaç. Şu anda depremlerden doğrudan etkilenen depremzedelerin çoğu, -kaldıysa- ailecek, çoluk çocuk, ya çadırkentlerde, ya konteynerlerde, ya -henüz çıkarılmadıysa- öğrenci yurtlarında, kamu misafirhanelerinde, ya -bir sığıntı gibi- başka illerdeki eş dostlarının yanında ya da orada burada hayatta kalmaya çalışıyorlar. Saray her ne kadar bir yıl içinde (yani en geç altı ay sonra) 319 bin konutu yapıp hak sahiplerine teslim edeceğini söylese de yerinde yapılan incelemelere bakılırsa durum hiç de sanıldığı gibi değil. Şunun şurasında en fazla altı ay kalmışken 319 bin konutu yapıp depremzedelere teslim etmek ihale sürecinden kontrol ve kabul işlemlerine değin ciddi bir plan, program, tedarik ve proje yönetimi gerektirir. Böyle bir plan program var idiyse bile zaman hızla ilerliyor. Termin süresinin yarısı halihazırda geçti zaten. Bir o kadar konut da en geç Şubat 2025’e kadar (bir buçuk yıl içinde) yapılıp hak sahiplerine teslim edilmiş olacak. Özetle depremin üzerinden en geç iki yıl geçtikten sonra toplam 650 bin konut yapılıp hak sahiplerine teslim edilmiş olacak. Böylelikle çadırkette, konteynerlerde, orada burada barınan kimse kalmayacak. Tabii öyle ya da böyle bir harp darp filan çıkmazsa…
Bir de şu var: Yapılacağı söylenen konutların ihaleleri Kamu İhale Kanunu’nun 21 b maddesi kapsamında, sadece TOKİ ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının davet ettiği şirketler arasında yapılıyor. Süresinde bitiremezlerse sorun yok, mücbir sebep denir, çalışacak usta bulunamadı denir, malzeme zamanında gelmedi denir, deprem sonrası, malum denir… Bir de keşif artırılır, üstüne para verilir…
Görünen köye bakılırsa depremzedelerin barınma sorunu en az on yıl sürer… Görece daha az şiddetli başka depremlere bakılınca (örneğin 2011 yılında meydana gelen Van depremi) barınma sorununun unutulmayla beraber on yılı hatta daha fazlasını bulduğu görülecektir.
Barınma dediğiniz sorun salt başınızı sokabileceğiniz dört duvar, çadır veya konteynerden ibaret değil ki!
Çadırkentlerdeki olumsuz koşulları (kışın dondurucu soğuklar, yazın kavurucu sıcaklar, susuzluk, temizlik malzemelerine erişimde yaşanan sorunlar, banyo ve tuvaletlerdeki eksiklikler vb.) tv ekranlarında izliyor, gazetelerde sahadan röportajlar eşliğinde okuyoruz.
Barınırken bir de asgari geçim şartlarını sağlamak gerek. Yine haberlerde görüp okuduğumuza göre depremzedeler hayatta kalabilmek için hamallık, taşımacılık, gündelikçilik, temizlikçilik, hizmetçilik gibi işler yapıyor. Ayrıca her yaş grubu için ayrı, bilinçli, sürekli psikososyal destek gerek.
Sahadan yansıyan raporlara göre çadırkentlerde üç öğün yemek uzun zamandır ikiye düşürülmüş. Kimi yerlerde kahvaltı varsa öğle yemeği verilmiyor, kimisinde de kahvaltı hiç yok.
Konteyner kentlerde ise depremzedeler kalabalık şekilde, dar alanda yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Aşırı sıcakların da etkisiyle konteyner içinde durmak giderek zorlaşıyor. Depremin ilk haftalarında ev kiralamak isteyenler, binanın sağlamlığına bakarken bu durum şimdilerde yerini, “uygun fiyatlı” ev bulmaya bırakmış. O da çok zor. Sadece kira değil, depremden sonra nakliye, boya, tadilat, temizlik gibi birçok sektörde de fiyatlar en az üç katına çıkmış.
4.
Depremin şoku atlatılıp rehabilitasyon süreci zamana yayıldıkça ilk ihmal edilen alanların başında halk sağlığı gelir. Sahada koruyucu hekimlik ya hiç yoktur ya da idealist sağlık örgütlerinin çabasıyla sınırlı bir biçimde özveriyle yürütülmeye çalışılır.
Halk sağlığı pek umursanmadığından enkazdan çıkan molozlar, geride bırakacağı uzun süreli ya da kalıcı hasarlar dikkate alınmaksızın kolayca dere yataklarının, ormanlık arazilerin, zeytinliklerin, seraların, tarım arazilerinin ve su kaynaklarının yakınına dökülüverir. Ortaya çıkan toz ve asbest sorunu halk sağlığını ciddi olarak tehdit eder ama aldıran kim! Oysa, enkazdan çıkan molozların nereye, nasıl ve ne şekilde döküleceği yönetmeliklerde bir tamam eksiksiz yazılı ama dinleyen kim, uyan kim! Varsa yoksa “işçilik, makine, ekipman ve yakıt maliyeti”… Yeter ki bu maliyetler artmasın, yeter ki kârdan zarar etmek istemeyen şirketler incinmesin, incitilmesin!
İnşaat ve yıkıntı atıklarının standartlara uygun yerlerde ve sızdırmaz zeminlerde depolanması sağlanmalıdır.
Tehlikeli atıklar, tıbbi atıklar, elektronik atıklar, yıkıntı atıkları ve organik atıklar her biri yönetmeliklere uygun şekilde bertaraf edilmelidir.
Bu bir halk sağlığı sorunudur.
Halk sağlığını tehdit eden bir diğer önemli husus içme suyuna erişimde çekilen güçlükler. Suya erişilse bile deprem bölgelerinde içme suyu yeterince arıtılamıyor. Sudan kaynaklanabilecek halk sağlığı risklerin önlenmesi için sürekli numune alınarak, TS 266-Türk standartları ve Dünya Sağlık Örgütü içme suyu standartlarında belirtilen parametrelere göre ölçümler yapılarak önlemler alınmalı bu bilgiler öncelikle o suyu içenlerle, sonra da tüm kamuoyuyla paylaşılmalıdır.
Sıcak yaz günlerinde elektrik kesintileri de cabası. Bu durum besinlerin bozulmasına yol açıyor. Halk sağlığı bakımından ciddi bir risktir tüm bunlar.
Yine özellikle sıcak yaz günlerinde sinek, haşere, böcek ve kemirgenlerle mücadelede zafiyet ciddi bir sorun. Yeterince ilaçlama yapılamaması sorunun büyümesine ve yaygınlaşmasına yol açıyor.
Deprem bölgelerinde özellikle birinci drece sağlık hizmetlerinin varılmasında sorunlar yaşanıyor. Birinci derece sağlık hizmetlerinin verildiği pek çok bina yıkılmış ya da ağır hasar almış durumda. Bu da sonuçta halk sağlığını ciddi ölçüde tehdit ediyor. Şu anda deprem bölgelerinde sağlık hizmeti veren sağlık çalışanlarının barınma sorunu depremin üzerinden altı ay geçmiş olmasına rağmen tam olarak çözülebilmiş değil. Sağlık hizmetlerinin nerede ve nasıl verileceği belli değil. Sahada sistematik, bütüncül bir sağlık hizmeti anlayışı oluşmuş değil. Sağlık hizmetlerindeki bu plansızlık, kızamık, uyuz gibi salgınların, bir an önce tedavi edilmesi gereken ruh sağlığı sorunlarının, beslenme bozukluklarının artmasına, kronik hastalıkların nüksetmesine sebep oluyor.
Bölgeden iletilen raporlarda kadınların tuvalete daha az gitmek için daha az su içmeyi, daha az yemek yemeyi tercih ettikleri belirtiliyor. Ayrıca kadınların doğum kontrol araçlarına erişimde de güçlük çektikleri de raporda belirtilen hususlar arasında.
Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin önlenmesi için psikososyal destek birimleri artmalı, kadın danışma merkezleri oluşturulmalıdır.
Deprem bölgelerinde yaşanabilecek acil vakalarda (yaralanma, ani doğum, kriz vb.) henüz bir düzen kurulabilmiş değil.
Sağlık sorunlarıyla ilgili gazetelerde her gün en az bir iki habere rastlamak mümkün.
Deprem bölgesinin ihtiyaçlarına göre sağlık çalışanı (psikolog, sosyal hizmet uzmanı, diş hekimi, fizyoterapist, çevre sağlığı teknisyeni vb.) desteği sağlanmalıdır.
5.
Depremin üzerinden altı ay geçti. Bu altı ay zarfında deprem bölgelerindeki eğitimin hal ve gidişi içler acısı. Her alanda olduğu gibi karne kırıklarla dolu.
Bir defa okulların çoğu depremde yıkıldı ya da hasar gördü. Öğrencilere düzenli olarak eğitim görebilecekleri yerler gösterilmedi, bu hususta yeterli planlama yapılmadı. Depremde hasar almayan sağlam binalar ise çoğunlukla valilik, kaymakamlık, emniyet müdürlüğü gibi başka kamu hizmetlerine tahsis edildi.
Sahadan gelen raporlara göre depremden etkilenen 11 ilde her 100 öğrenciden ancak 20-25’i çadırlardaki eğitime katılabildi. Bu verilere göre 2 milyon 400 bin civarında öğrencinin eğitim alamadığı ortaya çıkıyor.
Bu yıl 8. sınıf öğrencisi olan 280 bini aşkın çocuk Liselere Geçiş Sınavı’nda (LGS) hiçbir okula yerleşemedi. 230 bini aşkın çocuk ise yerleştirme başvurusu dahi yapmadı. Sınava başvuru yapmayan 189 bin öğrencinin nerede olduğu ise belli değil!
Olağanüstü durumlarda görev yapan öğretmenlere ise bir düzenleme yapılmadı.
Deprem bölgelerindeki öğretmen açığı giderilmeli, okul öncesi eğitim boşluğunun eğitim bilimiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan vakıf maskesi takmış tarikatlar eliyle doldurulması engellenmelidir.
Ailelere eğitim ödeneği verilmeli. Öğrencilerin okullarda beslenmesi için ücretsiz, sağlıklı yemek sağlanmalıdır.
6.
Deprem sonrası daha çok kent ve ilçe merkezleriyle ilgilendik ama bir de köyler var, kırsal kesim var, tarım arazileri var. Mecliste temsil edilen partilerden Emek Partisi’nin (EMEP) sahada hazırladığı rapora dayanarak bir de köylerin durumuna bakalım:
“Deprem sonrası arama kurtarma ekipleri, çadır, hijyen malzemeleri ve gıda gibi acil ihtiyaçlar en son köylere ulaştı. Köyler haftalarca susuz ve elektriksiz kaldı.
Yurttaşlar, yıkılan ahırlar, açıkta kalan hayvanların korunması ve bakımının ciddi bir sorun olduğunu, bu sorunun çözümü için başvurdukları kamu kurumlarından olumlu yanıt alamadıklarını anlatıyor.
Tarım Bakanlığı evleri yıkılan, ahırları zarar gören ve hayvanlara yedirecek yem bulamayan köylülere ancak 10. günden sonra yem ulaştırmak üzere harekete geçti. Fakat yem bulamayan besiciler hayvanlarını yok pahasına kesime gönderdiler.
Sulama kanallarının hasarı hâlâ onarılmadığı için köylüler ciddi sorunlarla karşı karşıya.
Hatay il merkezinde yeniden inşa adı altında yürütülen çalışmalarda kimi köylerde tarım ve yaşam alanları acele kamulaştırma kararı ile istimlak ediliyor. Yapılan uygulama AKP’li yöneticilerin villa ve arazilerini teğet geçerken köylülerin arazilerini elinden alıyor.”
7.
Gazetelerde, tv haberlerinde deprem sonrası gelişmeleri sürekli izlemeye çalışıyorum. Yıkılan evlere ilişkin kamu görevlilerinin sorumluluklarına dair bir dava haberine, vicdanlara su serpecek bir iddianameye henüz rastlamadım. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bilgi sahibi olduğum davalarda da can kayıplarının sorumluluğu yalnızca teknik uzmanlık alanlarında görev alan meslek mensuplarına yüklenmiş durumda. Haklarında soruşturma açılan, iddianame düzenlenen kimseler yapı inşasında müelliflik, şantiye şefliği, denetçilik ve müteahhitlik gibi farklı görevler üstlenen mimar ve mühendisler.
8.
Yine EMEP’in hazırladığı rapora göre depremden etkilenen bölgelerde çalışan organize sanayi bölgesi işçilerinin durumu da içler acısı:
“Deprem sonrasında işçilerin büyük çoğunluğu işe gidemedikleri süre boyunca hiçbir ücret alamadı. İşçiler kısa çalışma ödeneğinden yararlanamadı, pek çoğu tazminatsız işten atıldı.
Malatya’da depremden sonra barınacak yeri olmayan binlerce Organize Sanayi Bölgesi işçisi başka illere göç etmek zorunda kaldı.
Maraş’ta fabrikaların çalışmadığı ve işçilerin işe gidemediği sürelerin bir kısmı işçilerin senelik izin haklarından kesildi. Kalan süreyi ise büyük oranda ücret almadan geçirdi.
Depremden etkilenen illerde, depremden sonra on binlerce işçi işe gidemediği süreler boyunca ücretsiz izine ayrıldı ve resmen açlığa mahkûm edildi.
Deprem nedeniyle hâlâ işe gidemeyen on binlerce işçi iş yerlerinden de devletten de hiçbir ücret veya ödenek alamıyor.
Depremden sonra hükümetin sadece üç aylık OHAL süresi için yürürlüğe soktuğu kısa çalışma ödeneği uygulaması için getirilen koşullar bu uygulamadan işçilerin büyük çoğunluğunun yararlanmasına engel oluyor.”
Depremde evi hasar gördüğü için işe gidemeyen ve fiilen işsiz kalan bütün işçilere geriye dönük hakları, işe başlayana kadar en az asgari ücret tutarında işsizlik ödeneği verilmeli.
Yanlış politikalar sonucu zaman içinde toplum kesimleri arasında yer yer huzursuzluklara yol açan sığınmacılar da depremden olumsuz yönde etkilendiler. Şöyle ki:
“Deprem bölgesinde evleri yıkılan mültecilerin barınma ve yardımlara erişim sorunu halen devam ediyor. Mülteciler destek isteme, barınma koşulları, gıda, hijyen malzemeleri için talepte bulunma konusunda çekingen. Ağırlıklı olarak kendi olanaklarıyla yaşama tutunma çabası içindeler.
Gıda ihtiyaçlarını kendi kazandıkları para ile karşılamaya çalışan mülteciler, su için ise yakın bir alandaki çeşmeden faydalandıklarını, çeşmeden akan suyun temiz olup olmadığını bilmediklerini, pet şişede içme suyu almak için ise bütçeleri olmadığını ifade ediyor.”
9.
İşte size depremden sonraki altı ayın kısa bir özeti, daha doğrusu, “özetin özeti”… Altı ayın sonunda içinde bulunduğumuz duruma baktığımızda bir altı ay sonrasını, yani bir yıl sonra yine o soğuk şubat günlerini tahmin etmek hiç de zor değil.
Depremzedeler için başta barınma sorunu olmak üzere depremden sonra yeni bir hayata tutunmak öyle bir-iki yıl değil en az beş-on yıl alacak, o da en iyimser tahminlerle… Hep yaşadık: Yirminci yüzyılda ancak bir yıl sürerdi ölüm acısı, şimdi daha da kısaldı o süre… Deprem ve depremin geride bıraktığı ağır yıkım unutulmaya yüz tuttukça, yıldönümünden yıldönümüne hatırlanır oldukça, barınma ve yeni bir hayata tutunma süresi de o ölçüde ertelenecek. Umutlar depremin sözgelimi üçüncü yıldönümüne, beşinci yıldönümüne, kim bilir onuncu yıldönümüne kalacak…
Saray ne derse desin, ne yazık ki sahadan gelen raporlar böyle söylüyor…