TÜBİTAK'ı Siyasallaştırma Çabaları...
Bir süredir gazetelerin iç sayfalarında TÜBİTAK ile ilgili haberler okumaya başlamıştık. Bu haberlerde okurlara TÜBİTAK'ın destek olduğu projeler ya da yürütmekte olduğu çalışmalar değil, kurumun başkan ve bilim kurulu üyelerinin atama kararnamelerinin dört ayı aşkın bir süredir başbakanlıkta "inatla" bekletildiği duyurulmaktaydı. Resmi Gazete'de her Allah'ın günü pek çok atama kararnamesi yayımlanırken, Bilim Kurulu tarafından kurum başkanlığına ve bilim kurulu üyeliklerine önerilen isimler Başbakan'ın gönlünden geçen isimler olmayınca, "jet hızıyla" önce Köşk'e, "onaylanması" halinde de yine aynı hızla "matbaa"ya gönderilen kararnamelerin aksine, "kaybedecek tek bir saniyemiz bile yok" diyen Başbakan, bu kez "ağırdan alıp", nedense TÜBİTAK'la ilgili atama kararnamelerini masasının üzerinde beklettikçe bekletiyor. Bilindiği üzere TÜBİTAK'ın Bilim Kurulu üyeleri, Başbakan'a Kurum Başkanı olarak görev süresi dolan Prof. Dr. Namık Kemal Pak'ı önermişti. Başbakan ise görev süresi boyunca kurumda başarılı çalışmalar yapmış ve bu nedenle saygın Bilim Kurulu üyelerince oybirliğiyle yeniden kurum başkanlığına önerilen Namık Kemal Pak yerine belli ki kendisinin "vücut dili"nden anlayan bir adayın önerilmesini buyurmuş. Ayrıca kendisine "danışmadan" (siz bunu "kendisinden icazet almadan" diye okuyun) bilim kurulu üyelerinin "kendi kendilerine" başkan ve bilim kurulu üyeleri seçmelerini "şık" bulmamış! Kendisini ziyaret eden Bilim Kurulu üyelerine "Başkanı seçip göndermişsiniz. Bu şık değil" demiş. Önerilen isimlerden başka Türkiye'de "sekiz-on dil" bilen (bu dillere sanırım Başbakan'ın "vücut dili" de dahil!) nice profesörler varmış!
Konu, deyim yerindeyse mızrağın artık çuvala sığmayıp, TÜBİTAK Başkanı ve Bilim Kurulu üyelerinin atamaları ile ilgili Meclis'e gönderilen tek maddelik bir yasa tasarısıyla popülerleşince , daha doğrusu "ciddileşince", "TÜBİTAK olayı" bir anda gazetelerin manşetlerine taşınıverdi.
Bu yasa tasarısına TÜBİTAK'tan hemen tepki geldi. Kurum'un Başkanvekilliğini yürüten Prof. Dr. Tuğrul Tankut, Cumhuruyet'in 11 Ekim 2003 tarihli sayısında yer alan açıklamalarıyla olayın içeriğini, özünü, amacını herkesin anlayabileceği açıklıkta kamuoyuna duyurdu. Sayın Tuğrul Tankut'un kimi sözlerini önemli gördüğümden dolayı burada yinelemek isterim: "Bir defaya mahsus bir geçici uygulamayla kurumu tamamen ele geçirdikten sonra bunun değiştirilmesini de güçleştiriyorlar. Yani özerkliği ortadan kaldırmak istemiyorlar [sanırım sayın Tankut, "özerkliği ortadan kaldırmak istiyorlar" demek istemiş ancak bir dizgi yanlışı sonucu bu cümle anlamını yitirerek "özerkliği kaldırmak istemiyorlar" biçimine dönüşmüş. İ.B.]. Bu daha da tehlikeli." Tuğrul Tankut, açıklamalarında tek maddelik tasarının gerekçesinin "hukukla alay etme" anlamına geldiğini vurgularken atama kararı Başbakan tarafından bekletilen Prof. Dr. Namık Kemal Pak da TÜBİTAK'ın idari ve mali özerkliğine dikkat çekerek, "TBMM bunu 40 yıl önce yasaya koymuş. Çünkü bilimin her türlü etkinin, siyasetin dışında kalması lazım. Bilim, bağımsız kafalarda üretilir. Bunu düşünenler, dünyadaki bütün örneklerini inceleyerek böyle bir yasa getirmişler" diyor ve ekliyor: "Bu işler kolay işler değildir. Uzmanlık, deneyim gerektirir. Bilim evrenseldir. Türkiye bu evrensel normlara, platformlara girmiş bir ülkedir. Orada süreklilik ve saygınlık bulabilmek kolay değildir."
Konu Erdal İnönü'nün de gündemindeydi. İnönü, TÜBİTAK'a bağlı Kandilli'deki Feza Gürsey Enstitüsü'ndeki odasından konu ile ilgili olarak Başbakan'ın kulaklarına küpe olması gereken bazı "anımsatmalar" yapıyordu. TÜBİTAK'ın özerk yasasının 1963'te babası İsmet İnönü tarafından çıkarıldığına değinen Erdal İnönü, "ilgili"sine bakın hangi anımsatmalarda bulunuyor: Bilime müdahale etmesinler. Padişahların yanı sıra Erbakan ve Özal da denedi ama başarılı olamadı, bu çıkmaz yoldur. Özal'dan önce Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel'in başbakan olduğu MC döneminde bu yasayı değiştirmek için büyük mücadele verdi. Erbakan bakandı ve TÜBİTAK kendisine bağlanmıştı. Erbakan o zaman kendisi yönetmek istedi, baskı yaptı. Ancak büyük bir dirençle karşılaştı ve geri çekilmek zorunda kaldı." Erdal İnönü daha ne desin?
Başbakanımız TÜBİTAK'ın kendi içinden ve bilim adamlarından gelen bu tepkilere her zaman olduğu gibi yine kulak asmayacak, bildiğini okumaya çalışacak ve kendine özgü gülümsemesiyle "Türkiye'de hükümet edenler bellidir." diyecektir.
"Bir sefere mahsus düzenlemeler"le Türkiye, Özal döneminde tanıştı. Özal'ın ünlü "Anayasayı bir sefer delmekle bir şey olmaz" anlayışı sonuçta "başımız sıkıştığında bir sefere mahsus düzenlemelere gitmekle bir şey olmaz" anlayışına geldi dayandı! Bu anlayış hukuksuzluğun, süreksizliğin, kuralsızlığın, "şark kurnazlığı"nın ta kendisi değil midir?
TÜBİTAK'ın 12 Eylül Askeri Darbesi sonrasında siyasetin emrine girerek "Türk-İslam Sentezi"nin "ilmi platformu" olma yolunda doludizgin ilerlediği acıklı günlerde lise öğrencisiydim. Kurum'un o yıllarda yayımladığı "Bilim ve Teknik" dergisinin her sayısı bir öncekini aratacak kadar kötüydü. Gazali'nin aklı yadsıyan, felsefeyi bir tür sapkınlık olarak gören, vahyi her şeyin üstüne koyan, vahyin yorumlanması çabalarını ayrıcalıklı kimseler dışında adeta olanaksız kılan anlayışları bir "bilim ve teknik" dergisinde baş tacı ediliyordu. ("Akıl-Vahiy" tartışmasının bir başka biçimiyle bugünlerde bazı "işgüzar imamlar" marifetiyle "iki Kemal'in (Kemal Alemdaroğlu ve Kemal Gürüz kasdediliyor.) cenazelerini yıkamayacağız!"a kadar vardırılması anlamlıdır.) Gazali ve sonrasının "bilim dışı" yaklaşımını Türk Bilginleri motifleriyle süslediğinizde ortaya "bilimsel" bir "Türk-İslam Sentezi" çıkıyordu. O günlerde liselerde bizlere okutulan biçimiyle her alanda Türk=Müslüman denklemi kuruluyordu. Bu anlamsız denklem Türk Dil Kurumu'nun ortaokul yıllarından beri sürdürümcüsü olduğum güzelim Türk Dili dergisinde de kurulmaya başladığında "eyvah!" dedim. İçim sızlayarak sürdürümcülüğüme son verdim. Aradan yirmi yıl geçti (en son okuduğum sayısı sanırım Eylül 1983 sayısıydı), bu güzelim dergiye hâlâ kırgınım, hâlâ alıp okumam. Türk Tarih Kurumu'nun çalışmalarını yakından izlemedim ama bu kurumda da benzer icraatların olduğunu kimi toplantılarda duyuyor, kimi yazılarda okuyordum.
Yirmi yıl önce, Askeri Darbe döneminde "Türk-İslam Sentezi"nin ileri uç karakolu olarak tam anlamıyla "devlet siyaseti"nin emrine verilmiş olan bu seçkin kurumu, sıradan bir "devlet dairesi"ne dönüştürerek bugün yeniden siyasetin oyuncağı yapmanın, siyasal hırs ve ikbal sahiplerinden başka kime ne yararı olabilir? Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, TRT, Üniversiteler gibi seçkin kuruluşlar dönem dönem siyasetin kör ihtiraslarına kurban edildi de ne oldu? TÜBİTAK gibi köklü kurum ve kuruluşları, evrensel bilim dili yerine mevcut başbakanın (ve dolayısıyla bundan sonra gelecek başbakanların) "vücut dili"ne feda etmek hangi aklın kârıdır?