Kavram-Karmaşa: Sayı 27
"Sivil Şair": Ece Ayhan
Geçenlerde Yitirdiğimiz Sevgili Şair Ece Ayhan'ı Saygıyla ve Özlemle Anıyoruz
Bu sayıda Kafka'nın Dünyasına Kısa Bir Yolculuk Yaptım...
1.
"Ben Eşine Rastlanmamış Bir Karga - Kavka'yım"(*)
(*) Kavka, Çek dilinde karga anlamına gelmektedir.
Kafka ile Söyleşiler, Gustav Janouch'un, yaklaşık 10 yıllık geniş bir zaman aralığında, Kafka ile yaptığı son derece ilginç, kapsamlı, ufuk açıcı söyleşilerin ürünü. Notlar ve Anılar altbaşlığıyla yayımlanan bu kitapta genç Janoush, Kafka ile 1920'li yıllarda, hayatın gel-gitleri arasında yaptığı söyleşilerden geride kalanları, anımsamaları, izlenimleri oldukça başarılı bir biçimde aktarmış. Bu söyleşiler Kafka’nın yapıtlarını okuma tarzında “yol haritası” olabilecek değerdedir.
Cem Yayınevi, Kafka’nın tüm yapıtlarını Kâmuran Şipal’in başarılı çevirileriyle önce kitabevlerine, oradan da evimizdeki kitaplıkların raflarına çoktan yerleştirmişti. Kafka ile Söyleşiler, deyim yerindeyse bu külliyatın incisi...
Gustav Janouch, 1920 yılında Kafka'yla tanıştığında henüz 17 yaşındaymış. 5 yaşındayken Prag'a gelmiş. Kafka hayata gözlerini yumduğunda takvimler 3 Temmuz 1924'ü gösteriyordu. O günlerde Janouch henüz 21 yaşındadır. İkinci Dünya Savaşı sırasında direnişçilere katılır. 1946'da bir entrikayla karşılaşır ve bir yıl kadar süreyle tutukevinde kalır. Tutukevinden ayrıldıktan sonra, 1947 yılında, ilk gençlik yıllarında Kafka'yla yaptığı söyleşiler sırasında tuttuğu el notlarını hiç değişikliğe gitmeyip, sadece anıları bir düzene sokarak yayımlamaya karar verir.
Janouch'un, 17-21 yaş arasındaki ilk gençlik yıllarında Kafka ile 5 yıl süren verimli söyleşileri her bakımdan ilginçtir. Coşkun akan bir nehir gibi öylesine doğal, öylesine canlı... Janouch, babasının anısına yayımladığı "Kafka ile Söyleşiler"de, yalnızca Kafka'nın kendisine söylediklerini değil, aynı zamanda söyleşilerden edindiği izlenimleri, söyleşi atmosferlerini özenle koruyup, başarıyla kurgulamış...
Janouch'u Kafka'yla babası tanıştırmış. Kafka ile Janouch'un babası İşçi-Kaza Sigortası'nda birlikte çalışıyorlarmış. 1920 yılının Mart ayında başlayan bu tanışma Janouch'un meraklı sorularıyla güzel ve keyifli bir söyleşiye dönüşmüş.
2.
"Okuyan bir insan soracak elbet!"
Söyleşilerin henüz başlarında Kafka, Janouch'un bir sorusu üzerine doğayla iç içe çalışmak ile büroların bunaltıcı havası arasındaki derin ayrıma dikkat çeker. "Atelyede çalışmayı seviyorum ben. Rendelenen tahtanın kokusu, bıçkıların türküsü, çekiç vuruşları beni hep büyülemiştir." dedikten sonra, sözü büroların kasvetli havasında yürütülen çalışmalara getirip şunları söyler: "Kafayla çalışması toplumdan koparıp alıyor kişiyi. Elle çalışmak ise onu insanlara yaklaştırıyor." Sovyet devriminin bürokrasi aracılığıyla bürokratların elinde betonlaşması bağlamında bürolar üzerine söylediği şu söz önceki söylediklerini tamamlar gibidir: "Acı içinde kıvranan insanlığın zincirleri, bürolarda harcanan kâğıttan yapılır."
Bir gün Janouch'un, bakması için Kafka'ya getirdiği kitaplar arasında yer alan ve "sermaye" betimlemelerinde sıkça başvurulan silindir şapkalı bir adamın yoksulların parasının üzerinde oturmasını resmeden bir çizim üzerine şu düşünceleri geliştirir: "...Silindir şapkalı adam yoksulların ensesine oturmaktadır. Doğrudur bu. Ne var ki, şişko adam çizimde kapitalizmi temsil ediyor, bu ise pek doğru sayılmaz artık. Şişko adam, yoksulları belli bir sistem çerçevesinde sultası altında tutuyor. Ama bu sistemin kendisi değil. Hatta sisteme egemen kişi de değil. Tersine, şişko adam zincire vurulmuş durumda, ama çizimde gösterilmiyor bu. Çizim bir bütünlük taşımıyor. Bu yüzden de başarılı sayılamaz. Kapitalizm içten dışa, dıştan içe, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya bağımlılıklardan oluşan bir sistemdir. Her şey bağımlıdır kapitalizmde, her şey zincire vurulmuştur." Kafka'nın, silindir şapkalı şişko adamın yoksulların parasının üzerine oturması "figürü"nden yola çıkarak söylediği bu sözler, emperyalist dünyada çelişkilerin giderek derinleşmekte olduğu yılların hemen öncesinde söylenmiş sözlerdir.
Küreselleşme süreciyle birlikte gündeme gelen "küresel yoksulluk" tartışmalarının başta zenginler olmak üzere hemen her kesimi etkisi altına aldığı günümüzde, Kafka'nın kişisel dünyaların derinliklerinde üretilip tıpkı yoksulluk gibi bir "insanlık durumu"nu ifade eden "zenginlik" üzerine söylediği şu sözleri okumak benim için oldukça değerli bir okuma ânı oldu:" Zenginlik dediğiniz nedir ki? Bazıları için eski bir gömlek bile bir servettir. Bazılarının da milyonlarca parası vardır, öyleyken yoksul bilirler kendilerini. Zenginlik düpedüz görece bir şeydir, doyum sağlamaz insana. Doğrusu yalnızca özel bir durumdur. İnsanı sahip olduğu nesnelere bağımlı kılar ve boyuna yeni kazançlarla, yeni bağımlılıklarla bunların elden çıkıp gitmelerini önlemek zorunda bırakır. Zenginlik, maddeye dönüşmüş bir güvensizliktir sadece." Kafka'nın bu sözlerini okuduktan sonra şu soruyu sordum kendime: Zenginlik maddeye dönüşmüş bir güvensizlik ise yoksulluk nedir?. Gerek bir insanlık durumu olarak bireysel alanda gerekse küresel boyutta yoksulları ve yoksulluğu anlayabilmek için zenginleri ve zenginliği de anlamak gerek...Projeksiyonlarımızı sürekli yoksulların üzerine çevirerek yoksulluğu anlayamayız.
Yaralarını gizler gibi gizliyor insanlar yoksulluklarını...
Kitapta pek çok konuda oldukça ilginç görüşler yer alıyor.1920'li yıllarda söylenmiş sözler, o günkü dünyaya dair yapılan analizler salt o dönemin fotoğrafını çekmekle kalmamış, evrensel bir perspektiften bugünkü dünyayı da tahayyül edebilmiş. 1920'li yıllarda Kafka "Yahudi asıllı bir Çek vatandaşı"dır. O yıllarda bu sıfatın ne anlama geldiğini anlayabilmek için onun söyleşiler boyunca "siyonizm", "Yahudilik", "diaspora" üzerine söylediklerini okumak gerek. O yıllarda Yahudilerin kendilerini bulmaları anlamına gelen "siyonizm"in güçlenmesine karşılık "antisiyonizm"in de güçlenmesi karşısında evrensel bir perspektiften şunları söyler: "Güç elde edilebilir görünen ahlaksal bir değer dururken yakında bulunan cezbedici değersiz bir nesneyi seçmesi, insanoğlunun tüm suçluluğunun kökenini oluşturuyor". O yıllarda Yahudilerin kendilerini ifade etme ve bir yerde yaşam sorununa dönüşen var olma kaygısı karşısında "antisemitizm" adıyla gösterilen direnç ve baskı karşısında şu evrensel yargıya varır:"İnsanlar insanlık düzeyine çıkmamak için, o hayvansal ırk öğretisinin karanlık uçurumuna yuvarlıyor kendilerini." Kafka'nın bu sözlerini, Gilles Deleuze ve Félix Guattari'nin "Kafka-Minör Bir Edebiyat İçin"adlı denemesinden şu satırları ile birlikte okumak gerek: "O yıllarda "Prag'da (Yahudileri) Çek olmamakla, Saaz ve Eger'de Alman olmamakla suçluyorlardı.(...) Alman olmak isteyenler, hem Çeklerin hem de Almanların saldırısına uğruyorlardı." (Yapı Kredi Yayınları, sayfa 18).
Gilles Deleuze ve Félix Guattari bu çalışmalarında "minör edebiyat" kavramı üzerinde durur ve "minör edebiyat"ı şu çerçevede tanımlar:"Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır." Kafka, dostu Max Brod'la yaptığı mektuplaşmalarda Prag Yahudilerine yazı yolunu tıkayan ve edebiyatlarını olanaksız kılan üç olanaksızlıktan söz açar: Yazmamak olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı.
Kafka "minör edebiyat"ın koşuları içerisinde Prag Almancasıyla yazmayı tercih eder. Tıpkı İrlandalıJoyce'un İngilizce , Beckett'in de İngilizce ve Fransızcayı tercih etmesi gibi. Arjantinli Cortazar da uzun yıllar Fransa'da yaşayıp romanlarını Fransızca yazmayı tercih etmemiş miydi? Kafka, Prag Almancasıyla yazmayı tercih etmekle birlikte, "dil denilen şey vatanın sesli soluğudur" demekten de geri durmaz...
Kafka, dostu Max Brod'dan ölümünden sonra yapıtlarını yakmasını istedi. Brod, Kafka'nın bu isteğini yerine getirmedi. Kafka'nın bu isteğinin pek çok nedeni ya da gerekçesi olabilir. Bana göre Kafka'nın bu isteği, "minör edebiyat"ın ağır koşuları karşısında bir varoluş ve özgürleşme tavrıdır ve belki de "minör edebiyat"ın kaçınılmaz bir sonucudur. Kafka, 1924 yılında hayata gözlerini kapadı. Birinci Dünya Savaşı sırasında körüklenen "milli üstünlük" duygusunun savaşın kaybedilmesiyle birlikte zedelenmesi üzerine gelişen ve geliştikçe de azgınlaşan anti-semitik bir milliyetçilik anlayışı, ajitasyon-propaganda gazetelerinin de kışkırtmasıyla kısa zamanda siyasi cinayetlere dönüşür. Kafka, bu süreçte, "Yahudi" Karl Liebknect , Rosa Luxemburg ve diğer aydınların birer birer katledilmesine tanık oldu (1919. Tüm bu ağırlaşan koşullar yazının anlamını yitirmesi, değersizleşmesi sürecini de beraberinde getirdi. Kafka, 10 Mayıs 1933'de Berlin'de yaşanan "trajik" kitap yakma törenini iyi ki görmedi...Görseydi, sanırım yazdıklarını bizzat kendisi yakardı...
Ben Kafka'nın kitaplarından "Dava"yı, "Amerika"yı, "Taşrada Düğün Hazırlıkları"nı ilk kez 1983'te üniversiteye yani başladığımda Ankara'da Alman Kültür Merkezi'nin kitaplığından ödünç alarak okudum. Henrich Böll'ün savaş sonrası bölünmüşlükleri, parçalanmışlıkları anlatan "Ve O Hiçbir Şey Demedi" adlı romanıyla da yine Alman Kültür Merkezi'nde tanışmıştım. Bu listeye aşk şiirlerinin unutulmaz şairi Henrich Heine'ı da eklemeliyim kuşkusuz...Minör edebiyatın koşulları gereği Çek Almancasıyla yazmak zorunda kalan Kafka'nın kitapları bugün Alman Kültür Merkezlerinde Alman Dili ve Edebiyatının seçkin örnekleri arasında baş köşede sergileniyor! Oysa, bugün Alman Edebiyatı'nın baş tacı ettiği Alman uyruklu Yahudi yazarların kitapları, dünya edebiyatının önde gelen seçkin yazarların kitaplarıyla birlikte Berlin'de topluca yakılmamış mıydı? 10 Mayıs 1933 günü akşamı 20 bin kitabın "yakılma töreni"nde dönemin propaganda bakanı Goebbels 100 bin kişilik çılgın kalabalığa şöyle seslenmemiş miydi: "Bu gece geçmişten kalan bu ahlaksızlıkları yakarak çok iyi bir şey yapıyorsunuz. Bu, tüm dünyaya eski ruhun yok olduğunu duyuracak güçlü, büyük ve simgesel bir davranış. Bu kitapların küllerinden yeni ruhun Anka kuşu doğacak." O akşam çılgın kalabalık önünde kitapları yakılan yazarların listesine şöyle bir göz atmak bile o geceki törenin gerekçesini anlamaya yeter de artar bile: Steinbeck, Karl Marx, Zola, Hemingway, Albert Einstein, Freud, Gide, Zola, Proust, Stefan Zweig, Erich Maria Remarque, H.G. Wells, Thomas Mann, Bertolt Brecht, Jack London, Upton Sinclair ve daha yüzlercesi...
Bu trajediden yüz yıl kadar önce Alman uyruklu Yahudi şair Heinrich Heine şunları söylemişti: "Kitapların yakıldığı yerde insanlık da aynı kaderi paylaşır", ya da bir başka ifadeyle, "Kitapları yakanlar daha sonra insanları yakar"... 10 Mayıs gecesi "törenle" yakılan kitaplar arasında aşk şiirlerinin unutulmaz şairi Heinrich Heine'nin kitapları da vardı...
Yeryüzündeki tüm baskıcı rejimler, açık ya da kapalı diktatörlükler "resmi okuma-yazma"nın ötesine geçen her türlü "sivil okuma-yazma" girişimini denetim ve gözetim altına almak için akla hayale gelmedik yollar denerler...Denetim ve gözetimin kâr etmediği durumlarda devreye yakma, yıkma, yoketme eylemleri girer...
Kitapların okunması için yürütülen çabalar kadar okunmaması için yürütülen çabaların da anımsanması gerektiği üzerine açtığım bu bahsi kapatıp yeniden söyleşilere dönmek istiyorum. Janouch bir gün Kafka'yaMaksim Gorki'nin Leo Nikolayeviç Tolstoy'a İlişkin Anıları'nın Çekçe bir çevirisini verir. Kafka, bunun üzerine, Gorki'nin Lenin'e dair anılarını merak ettiğini söyler. Lenin'in dostu olması dolayısıyla Gorki'nin Lenin'e ilişkin anılarına önem verdiğini belirtip, Gorki'nin her şeyi yalnızca kalemiyle gören ve yaşayan birisi olduğunu vurguladıktan sonra Janouch'a şu güzel sözü söyler: "Kalem yazarın elinde bir araç değil, onun organlarından biridir." Tıpkı müzisyenin enstrümanı, ressamın fırçası, demirci ustasının çekici gibi...
Kafka'nın sözünü ettiği maksim Gorki'nin anıları "Tolstoy'dan Anılar" adıyla yıllar önce Türkçede de yayımlanmış. (Türkçesi Akşit Göktürk, Bilgi Yayınevi, Ağustos 1967) Ben bu kitabı Ankara'da mühendislik eğitimine başladığım yıllarda (1983) edinmiştim. Bu yazıyı yazarken, kitapta yer alan, Gorki'nin, Tolstoy'un ölümü etkisi altında yazdığı bitmemiş mektubunu yıllar sonra yeniden okuduğumda, incelikle yazılmış bu duyarlı mektubun değerini daha iyi anladım. Gorki'nin anılarını yeniden okurken gördüm ki Tolstoy'un aydınlar ile bilim üzerine söylediklerinin -belki de o yıllarda mühendislik eğitimi alıyor olmamdan dolayı- altını çizmişim. Tolstoy, aydınlar üzerine şunları söylemiş: "Aydın bir kişi, daha on ikinci yüzyılda yiğitçe 'çağımızda mucize diye bir şey yoktur' diyen Galiçya Prensi ladimirko gibidir. Bu söz üzerinden altı yüz yıl geçti, bütün aydınlar birbirlerine hiç aralıksız: 'Mucize diye bir şey yoktur, Mucize diye bir şey yoktur' deyip duruyorlar. Öte yandan bütün insanlar da mucizeye inanıyor, tıpkı on ikinci yüzyılda inandıkları gibi." Tolstoy'un bu sözleriyle birlikte bilim üzerine söylediklerini de okuduğumuzda tablo aşağı yukarı tamamlanmış oluyor: "Bilim, şarlatan bir simyacının yaptığı bir altın çubuktur. Yalınlaştırıp herkese maletmek istersiniz: bakarsınız ki bir sürü kalp para basmışsınız. İnsanlar o paraların gerçek değerini görünce, size bir borçluluk duymayacaklardır."
3.
" Sevginin gerisinde zorbalığın çehresi sırıtır çokluk."
Her sayfasını keyifle okuduğum "Kafka ile Söyleşiler"de öyle etkileyici, ufuk açıcı sözler var ki kimilerini burada anmadan geçemeyeceğim:
" Çokluk pek uzun yıllar geçer de ancak o zaman insanin kulağı belli bir öyküyü algılayacak olgunluğa erişir. Ne var ki, insanları doğru dürüst anlayabilmemiz için onların anne ve babalarımız gibi tıpkı,- kısaca sevip korktuğumuz her şey gibi- önce ölüp gitmesi gerekir."
"İnsan yaşlandıkça, ufku da o ölçüde genişliyor. Ne var ki, yaşam olanakları da azaldıkça azalıyor. Sonunda kala kala gözlerini kaldırıp bir tek kez bakmak, bir tek kez soluk avermek kalıyor insana. Belki o anda tüm yaşamını kuş bakışı görebiliyor. İlk ve son kez!"
"Güzel anılar hüzünle karışınca daha bir tatlılaşır."
" Yaşamdan nispeten kolaylıkla pek çok kitap elde edebilirsiniz; oysa kitaplardan pek az, ama pek az yaşam ele geçirilebilir."
"Dünya durdukça duracak bir sevgidir dil."
" Şiir bir yoğunlaştırma, bir özünü çıkarma işidir. Edebiyata gelince çözücü, gevşetici bir rol oynar, bilinçdışı yaşamı kolaylaştıran keyif verici bir madde, bir uyuşturucudur."
" Edebiyat nesneleri hoşa giden sevimli bir ışık altında göstermeye çaba harcar. Oysa şiir nesneleri yücelere çekip alarak doğruluk, saflık ve süreklilikler ülkesine yerleştirir. Edebiyat rahatı arar. Şiir ise mutluluk arayan biridir, yaptığı işe her şey yakıştırılabilir, ama rahatlık asla."
" Oyuncuların duygu ve sözleri seyircilerin duygu ve sözlerinden daha görkemli olmalı ki, seyirciler üzerinde gereken etki sağlanabilsin. Tiyatronun yaşamı etkilemesi isteniyorsa, günlük yaşamdan daha güçlü ve yoğun olması kaçınılmazdır. Bu çekim yasasıdır. Belli bir hedefe isabet kaydedebilmek için, onun üstündeki bir noktaya ateş edilmesi gerekir."
"Sinema şimdiye kadar çıplak olan gözümüze giydirilmiş bir üniformadır...Filmler ise demir kepenkler gibidir."
"Bir fotoğraf kadar sizi yanıltacak bir başka şey yoktur. Gerçek ise bir yürek işidir. Yüreğin yanına da ancak sanatla yaklaşılabilir."
" Her şey bir savaş, bir boğuşmadır. Sevgiye ve yaşama layık olan, bunları her gün yeniden ele geçirme savaşı veren kişidir ancak."
" Maddenin niteliğini belirleyen, atomlarındaki elektronların sayısıdır. Bir toplumun düzeyi, tek tek bireylerin bilinç düzeyine bağlıdır."
" İnsan bilinçli yaşadı mı, eski yeri yurdu her zaman yeni kalır. Yeter ki, kendisini başkalarına bağlayan bağların ve başkalarına karşı yükümlülüklerinin tastamam bilincinde olsun. İnsanı gerçek anlamda özgülüğe kavuşturan, bu bağlardır yalnızca. Yasamda bundan yüce bir şey yoktur."
" İnsanlar gönüllü olarak kendi benliklerini sınırlandırıyor, sahip oldukları en yüce ve en gerçek nesneden, yani kendi kişiliğinden el çekiyor, bu yoldan esenliğe kavuşmak istiyor. Dış bağımlılığa başvurarak iç özgürlüğünü kazanmayı amaçlıyor. Yasa denilen şeye boyun eğmenin de anlamı budur."
" Doğru denilen şey, yaşamın parayla satın alınamayan az sayıdaki gerçekten büyük ve değerli nesnelerinden biridir. Tıpkı sevgi ya da güzellik gibi armağan edilir insana."
" Her şey, yalan bile doğrunun hizmetindedir. Gölgeler güneşi karartamaz."
" Yalan, çokluk gerçek'in altında ezilme korkusunun dışavurumundan başka bir şey değildir. İnsanın kendi küçüklüğünün, içine korku salan kendi suçunun dışa yansıtılmasıdır."
" İnsan hep kendinde olmayan şeyi ele geçirmeye çalışır. Butun ulusların ortak özelliği olan teknolojik ilerleme, onları her gün biraz daha kendi ulusal kimliklerinden soyutlamakta, bu da söz konusu ulusları milliyetçiliğe itmektedir. Çağdaş milliyetçilik akımı, uygarlığın hoyrat saldırısına karşı bir özsavunu eyleminden başka şey değildir."
" Sevgi nedir? Yanıtı pek basit: Sevgi yaşamımızı yücelten, ona tüm derinlik ve yüksekliklere taşıyıp götüren her şeydir. Sevgi bir taşıt aracı gibi her türlü sorunsallıktan uzaktır. Sorunlu olan sürücümüz, taşıttaki müşteriler ve yoldur."
4.
Kamikaze Kuşları
Gösteri dergisinin Ağustos 2002 sayısında Refik Durbaş'ın Ece Ayhan üzerine bir yazısı var. Refik Durbaş, yazısında, iki yıl kadar önce Ece Ayhan'la Fizik Rehabilitasyon Merkezi'nde yaptığı bir söyleşiyi anımsatıp, söyleşinin bir yerinde Ece Ayhan'ın kuşların 'kamikaze' hikayesini anlatışına yer verir: "Kuşlar, kışın sığınacak sıcak bir yer ararlar. İçlerinden biri kendisini feda eder. Kamikaze misali, bir caminin ya da kilisenin vitrayına gagasıyla saldırır. Vitray kırılır, kuş ölür, ama arkadaşları kırıktan girerek sıcak bir yuva bulurlar. Leyla Gencer, bir tarihte Aya İrini'de konser veriyordu. Birden kubbede bir güvercin alkışı koptu. O kuşlar da kamikaze arkadaşlarının ardından sığınmıştı Aya İrini'nin kubbesine. Leyla Gencer çok şaşırmıştı."
Tıpkı "diğerleri" gibi Kafka da çağımızın kamikazelerinden birisi değil miydi...