ibrahim@ibrahimberksoy.com.tr

İki Nehrin Ülkesi Irak
2 Aralık 2021, Perşembe
İki Nehrin Ülkesi Irak
Gezi Yazıları
İki Nehrin Ülkesi Irak

 

İki Nehrin Ülkesi: Irak

"Ana Gibi Yar, Bağdat Gibi Diyar Olmaz"

 

         Bir hafta sürecek olan Bağdat gezisi için emektar sırt çantamı hazırlamaya koyulduğumda,  bize hem çok yakın hem de çok "ırak" olan bu komşu ülkeye olan merakım giderek artmaya başladı. Daha önce bana uzak bir olasılık ya da bir şaka gibi görünen Bağdat yolculuğu, artık uzak bir olasılık değil,  hemen yarın sabah başlayacak olan gerçek bir yolculuktu. Sırt Çantamı hazırlayıp, güç de olsa çantamın fermuarını kapattığımda saat gece yarısını çoktan geçmişti. Sabahki Kayseri-Gaziantep arası yolculuk için artık hazırdım ve bir-kaç saatliğine de olsa başımı yastığa koyup uyuyabilirdim.

 

            "Aşağıda Antep yolcusu kalmasın!" uyarısı üzerine, beni Gaziantep'e götürecek şehirlerarası yolcu otobüsüne binip, pencere kenarındaki koltuğuma oturdum. Yolculuk sırasında bana eşlik etsin diye  gazetemi, Türkiye ve Ortadoğu'yu ayrıntılı olarak gösteren bir haritayı ve "Avrasya Dosyası" adlı üç aylık süreli yayının "Irak Özel" sayısını yanıma aldım. Yaklaşık altı saatlik yolculuğum, kimi zaman yol boyunca akıp giden evleri, toplu konut sitelerini, uçsuz bucaksız tarlaları, boy atmakta olan başakları ve arada bir başımı kaldırıp dağların karlı zirvelerini izleyerek; kimi zaman da elimdeki kapsamlı yol haritasına bakarak ve Avrasya Dosyası'nda Anıl Çeçen'in Irak'la ilgili yazısını okuyarak geçti.

 

            Gaziantep'ten özel aracıyla bizi (beni ve yol arkadaşımı) Bağdat'a kadar götürecek olan Hamit Bey'in bürosuna geldiğimizde güneş iyice yükselmişti. Hamit Bey bizi Güneydoğu'ya özgü sıcak bir konukseverlikle karşıladı. Kaşla göz arasında acılı bir kebap ve yanında yayık ayranının üzerine ünlü Gaziantep Baklavası ikram edildikten sonra Hamit Bey, "Yorulmuşsunuzdur, otelinize gidip gönlünüzce dinlenin; sonra da Gaziantep akşamlarının keyfini çıkarın. Yarın erkenden Bağdat'a yolculuğumuz başlayacak; yaklaşık 1000 kilometrelik yol bizleri bekliyor.", diyerek  bizi otelimize uğurladı. Yolculuk sırasındaki hareketsizlikten kaynaklanan yorgunluğu üzerimizden  atmak için hemen odalarımıza çekildik. 

 

            Akşam kısa süreli de olsa kenti gezme şansımız oldu ama bizi asıl heyecanlandıran yarın erkenden Bağdat'a doğru yola çıkacak olmamızdı. Bu arada, doğuya özgü koyu kırmızı rengin hakim olduğu rengarenk desenli masa örtüleri ve bu örtülerle uyumlu kılıflarla kaplı sandalyeleri olan küçük, şirin otantik Tahsin Usta lokantasında yediğimiz baharatlı "Gaziantep Kebabı"ndan söz etmemek olmaz. Baharatın doğuya gidildikçe arttığına tüm yolculuğum boyunca tanık olacaktım...

 

            Ertesi gün sabah erkenden yola çıktık. Hamit Bey çok dikkatli bir sürücü. Gaziantep'ten Bağdat'a kadar olan yolculuğumuz boyunca onca kuralsızlığa ve olumsuz yol koşullarına karşın aracını dikkatle ve sabırla kullandı.

 

            Gaziantep'ten Silopi'ye kadar,  yol boyunca çevreye bakarak ve geçerken gördüğümüz yerler hakkında Hamit Bey'den bilgi alarak keyifle geldik. Yol boyunca bizimle konuşurken  Hamit Bey'in sesi yer yer siteme dönüşüyordu. Kendi adına değil de sanki tüm bölge halkı adına konuşuyor gibiydi; en azından ben onun anlattıklarını bu duygularla dinledim.

 

            Habur'un Öte Yakası

 

            Sınırın Türkiye yakasında ve öte yakasında ham petrol taşımak için kilometrelerce uzayan kuyruklar oluşturan kamyonların, "TIR"ların arasından akşamüzeri 17:00'den önce deyim yerindeyse bin bir güçlükle geçtik Habur'u.

 

            Artık "Kuzey Irak" taydık. Bizden başka herkesin "Irak Kürdistanı" dediği bölgede yine pasaport ve gümrük kontrollerine tabi tutulduk. Gördüğüm kadarıyla bu bölgede "devlet tipi" bir oluşum için gerekli olan altyapı ve bununla birlikte daha modern kurum ve kuralların oluşturulması çalışmaları bütün hızıyla sürmekte. Irak gümrüğünü geçtikten sonra her yerde bolca rastlayacağımız "Saddam fotograflarına" burada hiç rastlamadık. Burada hep baba oğul Barzani'lerin fotografları ile karşılaştık.

 

            Gümrük ve pasaport işlemlerini tamamladıktan sonra Silopi'ye komşu Zaho'yu bir çırpıda geçtik ve sonra Duhok'a ulaştık. Hamit Bey, Duhok'un girişinde büyük ve modern bir süper marketin olduğunu söyledi. İçini gezip alışveriş yaptığımızda gördük ki burada satılan ürünlerin neredeyse tamamı Türk Malı. Türkiye'deki en seçkin süper marketlerde hangi ürünler varsa buradaki marketin raflarında da onlar var. Marketin hemen yanına İstikbal Mobilya göz alıcı bir "show room" (sergi salonu) açmış.

 

            O gece Duhok'ta, güler yüzlü hizmetin sunulduğu beş yıldızlı "Jiyan Oteli"nde konakladık. "Jiyan" Kürtçe'de "yaşamak" demekmiş...Ben bu sözcüğü kendi dilime "yaşamak istiyoruz" olarak çevirdim...

 

            Ertesi sabah erkenden yola düştük... Habur'da olduğu gibi yine bin bir güçlükle Irak gümrüğünü geçtikten sonra yaklaşık 500 kilometrelik  bir kara yolculuğu sonunda gece yarısı Bağdat'a ulaştık. Yolumuzun üzerinde bizlere tanıdık gelen en büyük yerleşim yeri Musul'du. Karayolu, Bağdat'a ulaşıncaya kadar hep çift yoldu ve orta refüjde zakkum çiçekleri bize yol yorgunluğunu unutturmaktaydı...Ancak, büyük ölçüde kuralsızlığın ya da kural tanımazlığın egemen olduğu karayolu trafiği çoğu zaman yüreğimizi ağzımıza getirmedi değil...

 

            Dicle'nin Hayat Verdiği Şehir: Bağdat

 

            İlkokul yıllarımda yeşil renkli güzel bir kalem kutum vardı. Bir yüzünde Alaaddin'in sihirli lambası ile  uçan halı motifleri vardı, diğer yüzünde ise "ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz" yazılıydı. O yıllarda, kalem kutumun üzerindeki özlü sözde adı geçen Bağdat diyarına gideceğimi aklımın ucundan bile geçirmezdim. Daha sonraları adını değişik nedenlerle sık sık duyar olduğum Bağdat'a Expo 2001 fuarında kuruluşumuzu temsil etmek üzere 10 gün süreyle gitmek benim için güzel bir merak ve heyecan kaynağı oldu.

 

Nil Kahire'ye nasıl hayat veriyorsa, Dicle de Bağdat'a hayat veriyor. (Dicle , Irak'a hayat veren iki nehirden birisidir. Diğeri, tahmin edebileceğiniz gibi, Fırat'tır.) Bir akşamüzeri Dicle nehri kıyısında yaptığımız yürüyüş sonrasında, gökte gümüş bir tepsi gibi asılı duran ayışığı altında yediğimiz "mezguf"un (büyük ırmak balıklarının dikey bir ızgaraya yerleştirilip, tıpkı iskender kebap gibi pişirilen bir balık yemeği) verdiği doyumsuz tadı anlatamam...

 

O akşam hazır Dicle nehrinin misafiriyken, elimdeki şiir antolojisinden Irak'lı şair Halid El-Şavaf'ın "Ay Işığında Dicle" şiirini gökte gümüş bir tepsi gibi asılı duran dolunay ışığında yüksek sesle okudum. Yüksek sesle okuduğum şiiri dinlemek istemez misiniz:

 

"Ay Işığında Dicle

 

İşte yaz vahası kıyısında Dicle'nin çöldür yaz

Ay bölünür burda sunulur herkese biraz

Kimsesiz bir yolcu bu mola veren elinde kiraz

Dicle ile gece türetirken büyülü arkadaşlıklarını az az

Savuruyor rüzgâr kokularını acımaz ki acımaz

Ölgünleşen ışıktan akan şarapla nasıl uyunmaz

Üstünde suyun oluşturduğu dizelerini kürek açıklayamaz

Saygınlık veren gizeme bu türküyü belleğine yaz

Kuruntunun sevinin anlatımıdır bu çınlayan ey yaz

 

Kıyılarda adalarda bugün

Şafaktan geceye değin parlak gölgelerin koşuştuğunu gördün

Bir ateşten sonra çevresinde bir halı ördün

Ut şarkıcı gecenin ezgisine karıştı mı nasıl yüzün

Bu gece yarıları toplantıları ki bildirgesi güzün

Yığıyor şarkı dökülenleri ayartırsa seni çok büyük hüzün

Üstünde suyun izliyordu bir kayık ölüsünü gülün

Batıp çıkan sonra pırrr o yıldıza bakarak hadi gülün

 

İşte dayanaklı zamanın anıları

Gördüm kumlarla dalgalar arasında dolaşanları

El-Raşitler masal gecelerinin aylakları

İçimizin iyilikçi eli silahlıları

Geliyor arkalarından hatırı sayılır alayları

Palmiyelerin altından uzayan ey bağ aralıkları

Nasıl unutursun o sıcak özlenir bitmiş arkadaşlıkları

Bir yer yapıyor şimdi şakacı usa uygunlukları

Hiç tasalanmayana kim anlatır ki bu kuzgunları

 

Solgunluğuna bir anlam yükledi geçmiş

Titriyor birden saatin vuruşlarında geçmiş

Alaycı gülüşün patlamaları altından uzattı boynunu geçmiş

Dönüyor espri kendine kalbine işte asıl orda geçmiş

Düşlüyor yitirdi mi ay ölgün ışığını olur bir geçmiş

Öyle kuşkusuz kaçınca ay üstüne zamanın biraz daha kocar geçmiş

İnliyor Bağdat yini altında zorbaların ey geçmiş

Ululuğunu izlerini zorbalar bir bir silmiş

Korku yasasını ip yapıp boynuna geçirmiş"

 

                                               Türkçesi: Nuri Pakdil

 (Dünya Şiiri Antolojisi, 1. Cilt. Hazırlayan Ataol Behramoğlu / Özdemir İnce. Sosyal Yayınları)

 

Gün boyu sıcaklığın gölgede 35-40 derece dolaylarında seyrettiği Bağdat'ta bu sıcaklıklara alışkın olmayan bizler için doğrusu ayakta kalmak bile başarı sayılırdı. Fuardaki yoğun ziyaretlerden ve toplantı programlarından artakalan zamanlarımda, sıcak havanın izin verdiği ölçüde Bağdat'ı gezme şansım oldu. Kaşla göz arası gezip gördüğüm yerlerle ilgili kimi izlenimlerimi burada sizlerle paylaşmak isterim:

 

Gündüz gözüyle Bağdat caddelerini, sokaklarını gezip gördüğümde ilk farkettiğim şey halkın gündelik yaşamda karşılaştığı sıkıntılar, yetmezlikler. Bağdat'ta hayatın çok zor olduğu hemen ilk bakışta anlaşılıyor...Hayat standartları bir başkente göre oldukça düşük. Bu durum kentteki yaşamın giderek daha da kuralsız olmasına yol açıyor.

 

Kentin büyük meydanları, bazı seçkin caddeleri ve bu arada  tarihi binalara ve dini ziyaret yerlerine verilen önem ve restorasyon çalışmaları gerçi başka ülkelerdeki düzenlemeleri aratmıyor ama tüm bunlar yine de Bağdat'taki gündelik yaşam zorluklarını hafifletmeye yetmiyor. 10 gün boyunca kentin hemen her yerinde yoksul ve çaresiz insanlara rastlıyoruz.

 

Ama Bağdat'ta halk ne kadar yoksul ve çaresiz olursa olsun tüm doğu toplumlarında olduğu gibi alabildiğine cömert, yardımsever ve sıcakkanlı...Tüm doğu toplumlarında geçerli olan bahşiş adedi burada da geçerli.  Bahşişin burada bu kadar yaygın olması belki batılılar için değil ama bizler için anlaşılır bir şey...

 

Saddam'ın kendisine değil ama poster, resim ve heykellerine kentin her yanında rastlamak mümkün. Bu duruma öteden beri alışık olduğumuz için pek yadırgamıyoruz. Ama Bağdat'taki "Saddam sureti" o kadar abartılı ki "biri bizi gözetliyor" benzetmesi burada yaya kalır. Halk, gözlemlediğim kadarıyla iki temel nedenden dolayı, sürekli "Allah Saddam'ı başımızdan eksik etmesin" diyor: Birincisi korkudan, ikincisi Saddam'ın yerine konulabilecek "aklı başında" bir lider henüz ufukta görünmediğinden. Tarihteki tüm totaliter yönetimler gibi "Bağdat Yönetimi" de gelip aynı çıkmaz sokağa sapıyor ve sonuçta diğerleri gibi aynı çıkmaz sokağın komşuları arasına katılıyor.

 

Bir zamanlar Abbasilerin gözde başkenti Bağdat'ın bugün  koyu bir "Arap Milliyetçiliği"ni esas alan tek parti, tek lider, tek ülkü, tek fikir mantığıyla yönetilen "çorak bir başkent"e dönüşmüş olduğunu görmek doğrusu içimi sızlattı.

 

O Bağdat ki bir dönem "Bin Bir Gece Masaları"na ev sahipliği yapmış, "Ali Baba ve Kırk Haramiler"in , "Denizci Sinbad"ın, "Alaaddin'in Sihirli Lambası"nın  ve her gece bir başka Şehrazad masalının anlatıldığı "Arap Geceleri"nin unutulmaz kenti...Bağdadî diye şöhret bulan Fuzulî'nin diyarı... Halife Harun Reşid'in payitahtı... Geçtiği her yeri yakıp yıkan (bu arada Anadolu'yu da kasıp kavuran) acımasız Moğol saldırılarının ve istilasının öncesinde, içinde barındırdığı bir milyon kitabı ile kutup yıldızı gibi kenti aydınlatan  ünlü Bağdat Kütüphanesi'ne ev sahipliği yapmış kent... (belki de öteden beri kulağımıza küpe olan "yanlış hesap Bağdat'tan döner" deyiminin yaygınlaşması bu yüzdendir ) İpek yolu üzerindeki kervanların güvenli ve rahat biçimde seyrü sefer eyledikleri dillere destan olmuş Bağdat...Bugün böyle mi olmalıydı...Bugün Bağdat, 8 koca yıl Şattül Arap (Dicle ve Fırat nehri Mezopotamya'da kilometrelerce aktıktan sonra Şattül Arap'da birleşirler ve körfeze dökülmeden önce yaklaşık 100 kilometre birlikte akarlar. İşte bu bölge öteden beri İran ile ihtilaflı bölge olagelmiştir.) yüzünden İran'la savaşın, daha sonra da "Kuveyt macerası"nın  karargâhı mı olmalıydı?

 

Bu kasvetli satırları bir kenara bırakacak olursak, Bağdat sıcak iklimi gereği, esas olarak, "gecelerin şehri"dir... Gündüzler bu kent insanına  hemen hiçbir şey vaat etmez. Şehrin insanı bu kentte gündüzleri klimalı kapalı mekanlara ve uykuya sığınır. Burada hayat, körfezden esen  ılık meltem rüzgarlarının eşliğinde akşamları başlar ve çoğu zaman kıvrak ama yer yer hüzünlü, dokunaklı Arap müziğinin, birbirinden güzel rakkaselerin ve nargilenin etkisiyle  hoş rehavet duygusunun hakim olduğu  "çılgın Arap geceleri" neredeyse sabaha kadar sürer...Konakladığım otelin çatısına çıkıp bir gece vakti Bağdat'a baktığımda gördüğüm ışıklı kent manzarası beni fazlasıyla büyüledi ve "şu anda kim bilir hangi Bağdat sokaklarında hangi 'bin bir gece masalları' anlatılmaktadır ve kahvehanelerde nargileler fokurdatılırken kim bilir hangi marifetli rakkasenin arzı endamında hangi  kıvrak Arap müzikleri çalınmaktadır" diye hayal etmekten kendimi alamadım...

 

Fuar merkezi öğleden sonra 13:00-17:00 arası kapalıydı ve bu uzun öğle arasında mümkün olduğunca yemek için az vakit harcayıp, kaşla göz arasında kenti dolaşmaya verdim kendimi.

 

Bu arada Fincan Lokantası'nda birbirinden leziz çeşitlerin yer aldığı öğle yemeğini ve oradaki yemek sohbetini anmadan geçemem. Fincan Lokantası Bağdat'ın en ünlü, en güzel lokantalarından birisi. Bir öğle yemeğinde orada, yıllar önce Ankara'da benim üniversitemden (ODTÜ) mezun olmuş bir Filistinli mühendisle tanışmak benim için gerçek bir sürprizdi. Birlikte Ankara'dan, 70'li yılların ODTÜ'sünden, şimdiki Ortadoğu'nun durumundan ve Filistin'in bugünü ve yarınından konuştuk. Kendisine orada ünlü ozan Mahmut Derviş'in "Ben Arabım" (Ene Arabi) şiirinden dizeler okudum. Çok sevindi. O yemek masasında öğrendim ki Mahmut Derviş'in bu ünlü şiiri hemen tüm Arap ülkelerinin ders kitaplarında okutulurmuş. Sonra söz Irak'lı şairlere geldi ve Irak'lı dostlarımızla Irak'lı ünlü şair Abdülvahap El-Beyati'yi andık...

 

Bakırcılar çarşısında dolaşırken bakırcı ustaların bakırı şekillendirirkenki ritmik çekiç sesleri bana  hiç de yabancı gelmedi. O seslerin aynısı, çocukluğumda annemin yanında Kayseri'deki bakırcılar çarşısına gittiğim günlerde adeta belleğime kazınmıştı. Uzun süre duymadığım bu tanıdık sesi, yıllar sonra, doğduğum kentin bakırcılar çarşısının  kilometrelerce uzağında Bağdat'ın bakırcılar çarşısında duymak doğrusu beni çok mutlu etti ve heyecanlandırdı. Bakırcıların ritmik çekiç sesleri ve el emekleri anısına birbirinden güzel bakır  işi hediyelik eşyalar aldım...

 

Bu çarşının hemen yanı başında, Abbasilerin ünlü üniversitesi Mustansiriya Üniversitesi'ni ilgiyle gezdim. Bin bir emek ve işçilikle yapılmış görkemli cümle kapısı çok etkileyiciydi. Burada, Arap dünyasının parlak dönemlerinde Arapça, ilahiyat, astronomi, matematik, eczacılık ve tıp bilimleri okutulurmuş. Bu üniversite eğitim düzeyi, kütüphanesi, hastanesi ve tedavi yöntemleriyle olduğu kadar astronomi bilimi ilkelerinden yaralanarak saatleri bildiren "saat"iyle de ünlüymüş. Bu saat düzeneği öyle ilginç bir düzenekmiş ki saatleri bildirmenin ötesinde, her saatte güneşin ve ayın pozisyonlarını da gösterebilmekteymiş.

 

Ama daha sonraları, hepimizin bildiği gibi koyu bir karanlık "islam dünyası"nın üzerine de çökmüş ve daha önce bin bir emek ve çabayla yaratılmış aydınlıkları yüzyıllarca karartmış ve karartmakta...

 

Üniversiteyi gezdikten sonra otantik Arap halk şarkılarını içeren kaset ve CD almak için kentin ünlü caddesi "Arrasat el Hindiya" caddesine gittim.  Orada Irak'ın en meşhur ud üstadı Münir Beşir'in seçme bir CD'sini, bir de bizim Zeki Müren'imimize benzer, ünü bütün "Arap Alemi"ne yayılmış  Mısır'lı sanatçı Om Kalsoum'un (Ümmü Gülsüm) güzel bir CD'sini aldım. Irak'la ilgili pek çok kartpostal aldığımı ise sanırım söylememe gerek yok...

 

Bağdat'a gelip de hurma almamak olmazdı. İçinde pek çok çeşit "hurma ve hurma ürünleri"nin bulunduğu güzel bir pastaneden tadımlık pek çok çeşit hurma aldım. Hurmalar öyle lezzetli ki iyi ki almışım...

 

Bir başka gün yine böyle uzun öğle arasını islam dünyası için çok değerli "ziyaret yerleri"nden (şimdi her biri birer cami) kimilerini gezmeye ayırdım. Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam'ın, Şeyh Abdülkadir-i Geylani'nin ve Şafilerin imamlarından Musa Kazım'ın ziyaret yerleri gezip gördüğüm kutsal ziyaret mekanlarından... Bu arada ziyaret yerlerine giderken içinden geçtiğimiz tarihi Reşid Caddesi oldukça etkileyiciydi. Halife Harun Reşid anısına aslına uygun olarak korunan bu caddenin  her iki yanına dizilmiş Arap mimarisi ürünü otantik evler bir anlamda kentin canlı belleği sayılır. Reşid Caddesi her gün yerli yabancı pek çok  ziyaretçiyi ağırlamakta...

 

Bu ziyaret mekanlarına bir de Bağdat'tan dönerken yolumuzun üzerinde Musul'daki Yunus Peygamber'in ziyaret yerini eklemem gerek. Musul, "mevasil" sözcüğünden geliyormuş. Vasıl olunan yer demekmiş. Ticaret kervanları genellikle burada birleşir, bir süre konaklar ve yolarına öyle devam ederlermiş. Bu nedenle Musul bir tür buluşma yeriymiş ve büyük bir kentmiş.

 

Daha ilkokul sıralarında adını kalem kutumun üzerinde okuduğum Bağdat'a yapmış olduğum  gezi yaklaşık on gün sonra her başlangıç gibi sona erdi ve ben yine bir sabah erkenden, başka gezilerin heyecanıyla  dönüş yoluna düştüm....Bağdat, Musul, Duhok, Zaho ve Habur...Sonra Silopi, Urfa, Antep, Kayseri...

 

Yolları ve yolculuğu tutku derecesinde seven bir gezgin için güzel bir yol haritası...Öyle değil mi?

Yazı ve yayınlara ulaşmak için...