Sevgili İbrahim; Eşik, Kavram Karmaşa, Damar, Abece, Evrensel Kültür, Virgül, 2000’e Doğrudergilerinde yayımlanan yazı ve soruşturmalara verdiğin yanıtlar Akıntıya Karşı Aykırı Düşünceler adı altında 2000 yılı içinde kitaplaşarak okur önüne çıktı. “Öteden beri yazılı kültürü kendi düşünsel gelişiminde baş köşeye yerleştirmiş bir ‘okur’ “ olarak “bu umutsuz çığlığın” üstüne neler söylemek istersin?
Sevgili Halim, Akıntıya Karşı Aykırı Düşünceler’in önsözünde de belirttiğim gibi, her yazı sonuçta bir duyarlığın ifadesidir. Kimi zaman söylenecek söz olur yazı, kimi zaman romantik bir duygulanım, kimi zaman da bir çığlık... Ama bu“çığlık” her zaman “umutsuz bir çığlık” değildir; olmamalıdır. Öteden beri yazılı kültürü kendi düşünsel gelişimimin baş köşesine yerleştirmiş bir “okur” olmayı çok önemsiyorum. Yazılı kültürün, yerini popüler kültürün -diğer bir deyişle tüketim kültürünün- sabun köpüklerine bırakıp, sessiz sedasız kültürel ortamımızdan çekilişini kanın damarlarımızdan çekilişine benzetiyorum. İşte ben okuyarak ve yazarak bu kan kaybını önlemeye çalışıyorum. Öncelikle bir “okur” olarak yazılanı okuyor, yazara sesimi katıyorum. Yazmak bir “çığlık”, okumak ise o çığlığa “ses” vermektir. Biriktirdiğim “ses”lerin çoğalıp bir “çığlık” olmaya yettiğini düşündüğüm anda da sesimi bir çığlık yapıp Akıntıya Karşı Aykırı Düşünceler’i yayımladım.
Ama dediğim gibi, bu “çığlık” her zaman “umutsuz bir çığlık” değildir ve olmamalıdır. Bizler tüneli anlattığız gibi tünelin sonundaki ışığı da gösterebilmeliyiz.
Öyküyü bilirsiniz: Pandora, Zeus’un kendine verdiği gizemli kutuyu dayanamayıp bir gün açar ve kutunun içinde insanın aklına gelebilecek ne kadar kasvetli, üzüntü verici, keder, hastalık, yalan, ıstırap dolu şey varsa ortaya saçılır. Pandora o anda hatasını anlar ve kutuyu kapatır. Kutuyu kapattığında, kutunun içinde bir tek “ümit” kalır.“Pandora’nın kutusu”nu yeniden açıp içindeki “ümit”i okura göstermek bence yazarın hem borcu hem de görevidir. “Ümit”e dair yazılan onca güzel şiir bunun için yazılmadıysa ne için yazılmıştır?
Hâlâ yazmanın “umutsuz bir çığlık” olduğunda ısrarlı mısın?
Yazmak ne zaman bir “umutsuz bir çığlığa” dönüşür? Yazılı kültür hayatımızdan çekildiği zaman! Yani yazarın yazamaz olduğu, okurun da yazılanı okumak istemediği bir ortamda “yazılı kültür” kapsamındaki “yazmak” eylemi “beyhude bir çaba” olmaktan öteye geçmez. “Beyhude bir çaba”nın diğer bir ifade ediliş tarzı da “umutsuz bir çığlık” değil midir?
Varlık dergisinin Ocak 2001 sayısında yüzümüze tokat gibi inen bir inceleme yayımlandı. “Türkiye’de ve dünyada kaç kişiye bir kitap düşüyor” sorusu üzerine odaklanan bu inceleme içinde bulunduğumuz hazin durumun somut bir göstergesi. Bu araştırmadan öğrendiğimize göre, son 60 yılda bu alanda hiçbir ilerleme kaydedilmiyor. 1935 yılında 9280 kişiye bir kitap düşerken 1995 yılında 12089 kişiye bir kitap düşüyor. Bu rakam bırakınız Avrupa ülkelerini; Tayland, Venezuella, Kolombiya gibi “başka alanlarda” ihtisaslaşmış ülkelerden bile geridedir. Bugün artık her ilçeye üniversite istendiği bir ülkede “manzara-i umumiye” böyle mi olmalıydı? Bugün üniversitelerde yaklaşık 1.5 milyon öğrencinin öğrenim gördüğü, ülke nüfusunun dörtte birinin öğrenci ve öğretmen olduğu, geri kalan nüfusun da en az orta ve lise mezunu olduğu düşünüldüğünde ortaya çıkan net sonuç eğitim görmüş nüfusun kitap okumadığıdır. Üniversite mezunlarının bile kitap okumadığı bir ülkede yazmak “umutsuz bir çığlık” olmaz da ne olur? Ama biz o umutsuzluğun ötesindeki umudu görebilmeli ve gösterebilmeliyiz. Başka tür kitaplar bir tarafa, en azından edebi ürünlerin bu umuda sımsıkı tutunup onu besleyebilmelidir. Çünkü, edebiyat dünyayı estetik bir boyutla kavrar ve yansıtır.
Ama her ne olursa olsun, tarihe düşülen her not, yazılan her güzel şiir, ufuk açıcı her deneme, her sıcak öykü, tutkulu her roman bir gün okuruyla buluşur. Bugün değilse yarın, yarın değilse öteki gün; ama "bir gün mutlaka"... İşte bu güzel beklentidir ki bendeki "umutsuz çığlığı" bir anda umuda dönüştürüveriyor.
Yazdıkların deneme olarak adlandırılmasına rağmen geniş bir çeşitlilik söz konusu. Eleştirel deneme demek mümkün görünmese de “melez bir tür”den söz edebilir miyiz? Sen yazdıklarını neye/nereye yakın buluyorsun?
Yazdıklarımı nereye koyduğum sorusu ne için yazdığımla çok yakından ilgili. Beni yazmaya yönelten etken bir "görev" duygusu değil; kendi kişisel algı dünyamda bugüne değin iğneyle kuyu kazarak oluşturduğum "estetik duyarlıkları" başkalarıyla "paylaşmak", kendimi başkalarının dünyasına katmak için yazıyorum. Yüzlerini bile görmediğim ve göremeyeceğim "başkalarının dünyası"na...Bu içten amaca, daha doğrusu isteğe uygun her türü kendime yakın buluyorum ve elden geldiğince, yeteneklerim ölçüsünde bu türlerde ürünler vermeye çalışıyorum. Şimdilik üzerinde yoğunlaştığım türler deneme, şiir ve kısa anı/öykü. Bu arada roman ve "eleştirel deneme" türlerinde de ürünler vermek istiyorum. Dış dünyadaki olup bitenlerden süzüp kendi iç dünyama kattığım alışkanlıklar, duyarlıklar, bilinç ögeleri, seçicilikler gelişip çeşitlendikçe yazdıklarım da gelişiyor ve çeşitleniyor. Sözünü ettiğin "geniş bir çeşitliliğin" nedeni bu olsa gerek.
Yeni yazın türleri ortaya çıkarma ya da bu konuda kafa yorma isteğim hiç olmadı. Bu bakımdan "melez bir tür" yaklaşımı benim için gerek yakıştırma tarzı gerekse içerik olarak bana uzak; çok uzak...Bilinen yazın türleri yazmak için bana yetiyor.
Sanat-edebiyattan politik sorunlara, toplumsal olaylara varan geniş kapsamı neyle açıklarsın?
Az önce bu konuya değinmiştim ama politik sorunlar ve toplumsal olaylarla ilgili yazdıklarım konusunda bir-kaç şey söylemek isterim: Açıktır ki bir politikacının politik sorunları ele alış tarzıyla edebiyatçının ele alış tarzı çok farklıdır. Politikacı pragmatiktir; ama örneğin bir şair politik sorunlara pragmatizm gözlüğü ile bakamaz. Yine aynı şekilde edebiyatçı toplumsal olaylara bir sosyolog gözüyle bakamaz, bakmamalıdır. Edebiyatçı, yaşadığı çağın tanığı olarak elbette ki siyaset bilimiyle de sosyolojiyle de; ekonomi ve felsefeyle de ilgili olacaktır ama estetik kaygı ve edebi duyarlık boyutunu ürünlerine katarak...İşte benim yapmaya çalıştığım şey bu; hepimizin gözü önünde olup bitenleri, ağır politik sorunları ve toplumsal olayları estetik kaygı ve edebi duyarlık boyutuyla yansıtmak. Bu olup bitenlere bakıp sevindiğim ya da içimin yandığı anları okurlarımla paylaşmak isteği ile sanat-edebiyattan, politik sorunlara ve toplumsal olaylara varan geniş bir alanda ürün vermeye çalışıyorum.
Ancak politik sorunlar ve toplumsal olaylar söz konusu olduğunda kimi vahim yanlışlara düşmek de mümkün. Bunun benim açımdan en somut ve en unutulmaz örneği "Sivas Olayları"ndan sonra şair İsmet Özel'in takındığı talihsiz ve vahim tavırdır. İsmet Özel'in bu tavrı, bana, bir şairin bu tip olaylarda estetik kaygı ve edebi (ve dolayısıyla insani) duyarlığı bir yana bırakıp pragmatizmi yeğlediğinde ne kadar vahim bir yanlışa düşebileceğini açıkça gösterdi. Ben şairlerin "dostluk geni" taşıdıklarını sanırdım. İnsan (şair), demek ki, yıllarca emek verip kurduğu güzelim şiir dünyasını bir anda nasıl da yakıp kül edebiliyormuş... Bunu ben İsmet Özel örneğinden öğrendim ve çok üzüldüm...
Öte yandan bakış açında tam bir belirginlik söz konusu olmasa da sürekli bir değişim ve dönüşüm söz konusu; bunu gelişme olarak anlayabiliriz. Eşik’teki başyazılarından sonra daha sakin ve temkinli bir tavra varan dönüşümün kaynağında ne var?
Eşik'te yazdığım başyazılar çoğunlukla dergi adına yazıldığı ve bir anlamda derginin o sayıdaki bakış açısını yansıtma işlevi üstlendiği için kendimi özgürce ifade ettiğim yazılar sayılmazlar. Ama ben yine de o yazılarımda da olabildiğince bir özgürlük alanı yaratmaya çalıştım kendime. Bunda Eşik dergisinin demokratik ve üretken yapısının da payı var kuşkusuz.
Eşik dergisinden sonraki yazılarımda ise söyleşinin başında açıkladığım yazma gerekçelerim doğrultusunda kendi algı dünyamda biriktirdiklerimi edebiyatçıların "yazma zevki" olarak nitelendirdikleri güzel bir duyguyla yazmaya başladım ve bu güzel serüven hâlâ sürüyor...
Sanıyorum değişim ve dönüşüm teknoloji konusundaki düşüncelerini de büyük ölçüde açıklaştırmış oldu.
Teknoloji konusundaki düşüncelerimin seyrini anlatmak bu söyleşinin çerçevesine pek sığmıyor. Bunu belki de başka bir söyleşi de ele almak daha doğru olur. Ama bu konuda şu kadarını söyleyebilirim: insanın doğal ve duygusal dünyasına yabancı, yabancı olduğu kadar da aykırı hiçbir teknolojiye kendimi yakın hissetmiyorum. Bugün teknoloji neredeyse "bilişim teknolojisi"ne endekslendi. Bütün her şey en hızlı iletişimin gerçekleştirilmesi üzerine odaklanmış durumda. "Düşünce hızında çalışmaktan" söz ediliyor. Hız, teknolojik ilerlemenin "kâbesi" olmuş. Onca baş döndürücü hız, ne yazık ki insanın özünü de "aynı hızda" yıkıma uğratıyor. Bu "hız sevdası", iletişim kurmak isteyen insanları birbirine yaklaştırmıyor, birbiriyle ya yarıştırıyor, ya da çarpıştırıyor... İkisinin de sonucu insani değil!
Bu bağlamda 1800'lü yıllarda, Amerika'lı şair Walt Whitman'ın , gelecekte er-geç bulunacak bir yaşam tarzının sözcüsü olma yükünü sırtlayarak, umulmadık sadelikle, gürül gürül bir sesle, bir solukla bizlere armağan ettiği şu iki dize her aklıma düştüğünde yolumu aydınlatıyor ve onca can sıkıntısına, tatsızlıklara, iletişimsizliğe rağmen bana yaşama sevinci veriyor:
"Yabancı,yolunun üstünde bana rastlarda, konuşmak istersen,niçin konuşmayasın?
Ya da ben niçin seninle konuşmayayım?"
Tamamıyla edebiyatta sözgelimi şiirde yoğunlaşmamış olman da “okur”luğunla mı ilgili?
Yazmak anlamında bugüne değin şiirde yoğunlaşmadım ama "okur" olarak şiiri hep yanımda taşıdım. Benim aldı dünyamda şiir hayat demektir. Şairlerin en güzel şiirleri hiçbir dönemimde beni yalnız bırakmadı. Bugüne değin iğneyle kuyu kazarak geliştirdiğim duygu, algı ve düşünce dünyamı güzelleştiren, derinleştiren, zenginleştiren, "insani kılan" öz hiç kuşkusuz şiirdir. Ayrıca, has bir şiir okuru olmak, özellikle şairler nezdinde, şair olmak kadar önemli ve değerlidir. Ben de işte kendimce iyi bir şiir okuru olmanın tadını çıkarmaya çalışıyorum...
Başlangıçta yazdıklarında daha tepkiseldin. Son yazdıklarında ise sanki aykırılık/tepkisellik biraz daha derinlere gizlenmiş gibi; ya da ben öyle algıladım. Burada sorun geliştirdiğin söylemden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Çoğumuz sertliğin dozajını arttırırken ve bunun gerekliliğini öne sürerken sen köşeli yazılar yazmamaya çalışıyorsun. Doğru mu?
Bilinç ve birikimden yoksun bir "tepki" saman alevinden farksızdır; içinde geleceğe yönelik pek fazla devindirici bir öz taşımaz. Ama yakın dönemde öyle trajik olaylar yaşadık ki salt "tepki" bile kendi başına anlamlı ve "insani" bir tavır alış işlevini görebildi bu toplumda. Bu "tepki" edebiyat boyutuyla ifade edilmek istendiğinde karşımıza "duygu" , "duyarlık" ve "duygusallık" gibi yol ayrımları çıkıyor. Özellikle son on yılda yaşadığımız acı olaylar üzerine yazdıklarımda içimdeki "duygusallığı" bastırmayıp korumakla birlikte, esas olarak "duyarlı" bir yaklaşımı benimsedim. Özellikle şu iki trajik olayda, Eşik dergisindeki yazılarımla "bilinç" ve "birikim" temelinde "tepki"mi açıkça ortaya koydum:
1- Uğur Mumcu'nun öldürülmesi,
2- Sivas Katliamı
Bu iki trajik olay, başka benzeri trajik olaylar gibi hâlâ içimi sızlatmaktadır.
Bu bağlamda "setliğin dozajı" üzerine düşünürken Ahmet Telli'nin o güzelim "hüznün isyan olur" dizesi geldi aklıma. Bir de yakın zamanda yazdığım şu dize: "söyle bana güzel öfkem sen ne zaman duruldun"...
Hangi türde yazarsam yazayım, hüznümü, öfkemi, tepkimi hep yanımda taşıyorum. Ama bilinçle, birikimle, bilgiyle...
Kendini daha çok bir okur olarak gördüğünü kitabının ilk yazısında açıklıyorsun. O zaman sormak istiyorum: okur olarak yazmanın, yazdıklarını dergilerde yayımlamanın ve sonunda da kitaplaştırmanın senin için ne gibi anlamları var? Neler bekledin/bekliyordun. Eklentilerin oldu mu? “Umutsuz çığlığın” yoksa orta yerde hâlâ asılı mı duruyor?
Okumaktan aldığım keyfi doğrusu başka hiçbir şeyden alamıyorum. Okumak bende yazmaktan önce gelir. Herkesin kendine yakın bulduğu, önünde durup baktığı bir vitrin vardır. Ben kitapçı vitrinlerine bakarım. Kitapçı vitrinlerine, bir bayanın butik vitrinine baktığı gibi bakarım...
Yazmak benim için en genel anlamda yaşamdan edindiğim duyarlıkları yansıtmak ve başkalarıyla paylaşmaktır. Bir anlamda, yazarken, Ataol Behramoğlu'nun "yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler var" dizesini okuyarak, öğrencisi olduğum ve hep öyle kalacağım hayattan öğrendiklerimi, tıpkı bir "ayna" gibi, bakmak isteyenlere göstermek istiyorum. Bir ayna olarak yazdıklarımı birisinin bir gün eline alıp yüzüne tutması ve bir an için bile olsa kendisine bu aynadan bakması en büyük dileğim.
Bu “umutsuz çığlığı” atmayı sürdürecek misin?
Elbette..."bugün, yarın ve daima"...