Adettendir, her gezi dönüşünde sorulur: “Yediğin içtiğin senin olsun, gezdiğin gördüğün yerleri anlat”…
Mayıs sonuydu. Bir akşamüzeri metal kanatlı bir kuş biz 40 kadar mühendisi seyyar bir merdivenden gövdesinin içine alıp göz açıp kapayıncaya kadar Ankara’dan Erzurum’un yüksek yaylalarına bırakıvermişti. Yolculuk Artvin’eydi. Bir gece Erzurum’da konakladıktan sonra ertesi sabah kenti şöyle bir gezip, Yusufeli üzerinden Artvin’e gidecektik.
Gece, ışıklar altında Erzurum’un ana caddesinde kısa bir yürüyüş, cadde üzerinde geniş bir pastanede arkadaşlarımızdan birinin yaş gününü kutlayış bir haftalık gezimizin oldukça güzel ve keyifli geçeceğinin ilk belirtileriydi…
Gözün Yeşile Doyduğu Yer: Artvin
Adettendir, her gezi dönüşünde sorulur: “Yediğin içtiğin senin olsun, gezdiğin gördüğün yerleri anlat”…
Mayıs sonuydu. Bir akşamüzeri metal kanatlı bir kuş biz 40 kadar mühendisi seyyar bir merdivenden gövdesinin içine alıp göz açıp kapayıncaya kadar Ankara’dan Erzurum’un yüksek yaylalarına bırakıvermişti. Yolculuk Artvin’eydi. Bir gece Erzurum’da konakladıktan sonra ertesi sabah kenti şöyle bir gezip, Yusufeli üzerinden Artvin’e gidecektik.
Gece, ışıklar altında Erzurum’un ana caddesinde kısa bir yürüyüş, cadde üzerinde geniş bir pastanede arkadaşlarımızdan birinin yaş gününü kutlayış bir haftalık gezimizin oldukça güzel ve keyifli geçeceğinin ilk belirtileriydi…
Yarım günde Erzurum
Ertesi sabah Pazar günü olmasına karşın biz Erzurum’da geçireceğimiz birkaç saati biraz olsun uzatmak için erkenden kalkıp yollara düştük. Kısa bir şehir turu bile Erzurum’un ne kadar çok yönlü bir kent olduğunu anlamaya yetiyor. İlhanlılardan Selçuklu’ya; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bu kadim kentte başınızı sola döndürüyorsunuz İlhanlılar’dan kalma Yakutiye Medresesi, biraz ilerde Selçuklu’dan kalma Çifte Minare, az ötede meşhur oltu taşından kolyelerin, tespihlerin sergilendiği tarihi Taşhan, bir sonraki durak Cumhuriyet’e zemin hazırlayan Kongre Müzesi…Yükseklerde Kartalkaya: Dünyaca ünlü kayak merkezinin bulunduğu yer. Yaylaların yükseğinden Erzurum’a seyirlik bir bakış…Dilimde bir yarım ezgi: “Yaylalar içinde Erzurum yayla / şehirler içinde Konya’dır Konya”
Sonra yol üzerinde meşhur Tortum şelalesi…Okuduklarıma göre dünyanın üçüncü, Türkiye’nin ise birinci büyük şelalesi. Su yaklaşık 50 metre yükseklikten düşüyor. Yıllardır görmeyi çok istediğim şelale tüm görkemiyle ak bir köpük olmuş, gözlerimin önünde akmakta. Doğru mevsimde, doğru yerdeyiz. Kimileri ellerinde dijital fotoğraf makineleri şelalenin görkemini ve ak köpükler arasında beliren gökkuşağının etkileyiciliğini birkaç kareye sığdırmaya çalışırken, kimileri de şelaleyi kendilerine fon yapıp makinaların objektiflerine gülümsüyor. Bahar sonu hava giderek ısınırken şelalenin buhar olup üzerinize püsküren ak köpüklerinin verdiği doyumsuz serinlik öyle rahatlatıcı ki…
Yaz sıcağında Tortum şelalelerinde kısa bir süre için de olsa serinledikten sonra Yusufeli üzerinden ver elini Artvin….
İki nehrin kavuştuğu vadi: Yusufeli
Dağların, vadilerin arasından kıvrıla kıvrıla öğleden sonra ulaşıyoruz Yusufeli’ne. Erzurum’da yeme fırsatı bulamadığımız ünlü cağ kebabını burada yiyoruz. Yanında buz gibi yayık ayranı. Vadilerin arasındaki bu güzel ilçe gerçekten etkileyici. Boz bulanık akan Çoruh Nehri ile berrak ve mavi akan Barhal Çayı’nın birleştiği “su kavuşumu” noktasının hemen yanındayız. Buraya yapılması planlanan baraj yörede endişeli bir bekleyişe yol açmış. Yapımı uzun yıllardır gündemde olduğundan yöreye herhangi bir yatırım yapılmıyor. Yusufeli, şu an gözlerimizin önündeki doğal güzelliğini belki de bu el değmemişliğe borçlu…Sular altında kaldığında ilçenin yeni yerleşim yerinin nasıl olacağı konusunda çeşitli projeler var. Baraj sonrasında yeni yerleşim yerinde İstanbul’da boğaz manzaralı evlere benzer villaların yapılacağından; baraj gölünün bir yanının Kadıköy’e, öte yanının Üsküdar’a benzeyeceğinden söz ediliyor. İki vadi arasındaki Yusufeli’ne baktığımda böyle bir manzarayı doğrusu gözümde hiç canlandıramıyorum. Bana kalırsa, Kadıköy’de ya da Üsküdar’da nasıl ki bir “Yusufeli manzarası” yapılamazsa, Yusufeli’nde de Kadıköy ya da Üsküdar manzarası yapılamaz. Her güzellik yerinde güzel…Çoruh nehrinin Yusufeli Havzasındaki verimli toprakların, pek çok araştırmaya konu olan yaban hayatının, Dünyanın en heyecan verici rafting alanlarından birinin barajla birlikte sular altında kalacak olması doğrusu insanı gelecekteki yaşam adına en azından “tedirgin ediyor”…
Doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz doğduğumuz yerin coğrafyasıyla uyum sağlar. Orta Anadolu’nun bozkırında doğduğumuzda göz rengimiz toprak rengi, Karadeniz’in her tondan yeşili arasında gözlerimizi dünyaya açtığımızda zümrüt yeşili, Ege’nin serin sularına bakan bir sahil kasabasında doğduğumuzda göz rengimiz deniz mavisi oluyor…O yerin yerlisiyseniz ve orada kalıcıysanız gözleriniz her gün bir önceki gün bıraktığı manzarayı arıyor. Düşünün ki Kayserilisiniz ve bir sabah uyandığınızda Erciyes yerinde yok!..Hepimizin kolunda bir kol saati var ama biz yine de şehir meydanındaki tarihi saat kulesine bakıyoruz saatin kaç olduğunu öğrenmek için; ya da çoğu zaman saat kulesindeki saate bakarak ayarlıyoruz konumuzdaki saati…Görkemli vadinin içinde adeta gizlenen bu şirin Karadeniz ilçesine bakarken Edip Cansever’in o çok sevdiğim Mendilimde Kan Sesleri şiirinden birkaç dizeyi mırıldandım kendi kendime:
“İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine”
Edip Cansever deyince, bir de “Uyanınca Çocuk Olmak” var…
Her neyse…Vakit dar; iki nehrin kavuştuğu bu şirin ilçeden ayrılıp Artvin’e doğru yol alma zamanı artık… Sayısız “s” çizdikten sonra akşam vakti ulaşıyoruz Artvin’e…
Gözün Yeşile Doyduğu Yer: Artvin
Sırtını yamaçlara yaslamış, vadiler arasında olabildiği kadarıyla küçük düzlüklere sığınmış bir sınır kenti Artvin. Gözün yeşile doyduğu yer…
Artvin’de beş güzel gün geçirdik. Artvin ve çevresinde gezdiğimiz, gördüğümüz yerler, gün boyu süren seminer çalışmalarımızın tüm yorgunluğunu doğrusu fazlasıyla unutturdu bize.
Günlerimizden birini Artvin ve çevresini gezmeye ayırdık. Bir yaz sabahı erkenden düştük yola…Kimi zaman tepeleri yemyeşil derin vadiler arasında epeyce “s” çizerek, kimi zaman yükseklerden, kayaların arasından kopup gelen çağlayanların önünde kısa bir süre de olsa durup hatıra fotoğrafı çektirerek, çoğunlukla da boz bulanık sularıyla delice akan Çoruh nehrini izleyerek kendimizi Borçka’da bulduk…
Yol boyunca boz bulanık akan Çoruh nehrini izlemek gerçekten büyüleyiciydi. Bu coşkun akan deli nehir 3153 metre yükseltili Naldöken Tepesi eteklerinden doğup, Mescit dağlarının güneyi boyunca batıya doğru, Bayburt’tan dönerek Doğu Karadeniz Dağlarının güneyi boyunca doğuya doğru diğer kolları da toplayarak ilerler. Yusufeli, Artvin ve Borçka’nın içerisinden geçtikten sonra Borçka’nın Muratlı kasabasından geçerek burada il ve ülke sınırlarını terk eder ve Gürcistan sınırlarında, Batum’da Karadeniz’e dökülür. Toplam uzunluğu 376 km olan Çoruh Nehrinin Türkiye sınırları içerisinde aldığı yol 335 kilometredir. Nehrin Artvin il sınırları içerisindeki uzunluğu 150 km olup, bunun 100 kilometresi Yusufeli sınırları içerisinde seyreder. Çoruh’un debisi Mayıs ayında yaklaşık 570 m3/sn. ile zirveye çıkar. Yıl boyunca en düşük debisi ise 53 m3/sn.’dir. Engebeli arazide ortalama 300 m3/sn debi ile akar.Eğim %5’tir.
Hemen her konuda söylenecek sözü olan ünlü gezgin Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Çoruh’un adının Can Irmağı ya da Ruh Irmağı anlamına gelen “Cey-i Ruh”tan geldiğini söyler. Evliya Çelebi, bu ele avuca sığmaz nehri “geçit vermez, köprü tutmaz büyük bir nehir” olarak betimler.
El ele tutuşan barajlar
Çoruh nehri üzerine Borçka’da kurulan barajı gezdik ilkin…Baraj, ülkemizde doğup komşu ülke Gürcistan’a akan, debisi en yüksek nehir Çoruh’u biraz olsun dizginlemiş… Nehir, ötede, tam Gürcistan sınırında bu kez Muratlı’da dizginlenmiş….Deli Çoruh Artvin’de, Borçka’da, Muratlı’da merdiven basamaklarından akar gibi birikmiş, elektrik olup ışımayı bekliyor…
Bizim vadiler arasında Çoruh nehri boyunca gezimiz, yıllar önce Fikret Otyam’ın bir başka coğrafyamızdaki gezisine bakın ne kadar benziyor:
“Diyarbakır’ın Çüngüş ilçesinden sonra yol yamaçlarda sanki asılı durur. Sol tarafınızdaki derin vadilerin tabanını göremezsiniz. Adeta aşağılara saklanmış gibidir. Tozlu yolda boğulurcasına gidilen 10. kilometrenin sonunda derin vadinin içinde yeşil bir kurdela çıkıverir karşınıza. İşte bu yeşil kurdela Atatürk Baraj Gölünün incelerek uzayan ucudur. O anda aklınıza gelen ilk şey iki barajın el ele tutuşmasıdır.
1983 yılının 6 Mayıs günü de aynı tozlu yollardan geçmiştim. Derin vadinin tabanında Fırat toprak rengi ile delice akıyordu. Keban barajından kurtulmuşçasına, dibi görünmeyen vadinin içinde kaçar gibi koşturuyordu.
Şantiyedeki büronun duvarında bantla yapıştırılmış Fırat Vadisindeki kalın birer çizgi ile belirlenmiş Keban, Karakaya ve Atatürk baraj göllerinin birer merdiven basamağı görünümündeki profiline hayale dalarak bakardık.
1987 Haziran’ında Karakaya Keban’la el ele tutuştu. Göz açıp kapayıncaya kadar Atatürk Barajı da Karakaya ile el ele tutuşacak.
Fırat’a gönül veren benden Atatürk Barajı’na, Karakaya’ya, Keban’a selam olsun.” (Aktaran Abdullah DEMİR, Su ve DSİ Tarihi, Devlet Su İşleri Vakfı yayını)
Artvin gezimizde gördüm ki yeşillikler içindeki derin vadiler arasına baraj yapmak için çok zor şartlarda, iş makinalarıyla binlerce metreküp toprağı kazmak, sonra nehre set oluşturacak baraj gövdesi için binlerce metreküp beton dökmek çekilen azı dişin ağızda bıraktığı derin boşluğa benziyor…Bir süre ağzınızdaki o boşluk sizi rahatsız ediyor, sürekli dilinizle o “derin” boşluğu yokluyorsunuz. Sonra alışıyorsunuz; ya o boşluğun yerine protez yaptırıyorsunuz ya da diğer dişleriniz boşluğa doğru kayıyor…Baraj yapımı sırasında yeşil vadilerin doğal güzelliğine tezat “inşaat işleri”ne doğrusu gözüm bir türlü alışamıyor…Ama her şey bittikten sonra vadilerin yeşiline “ansızın” baraj göllerinin kimi zaman mavi, kimi zaman yeşil renkleri eşlik eder…Fırat’ta, Karakaya’da, Keban’da olduğu gibi…
Borçka-Karagöl
Borçka ve Muratlı’daki barajları gezdikten sonra sıra geldi Borçka’daki Karagöl’ün serinliğinde yeşilin derinliklerini seyre dalmaya…Buralara kadar gelip de bu eşsiz krater gölünü ve çevresini görmeden ayrılsaydım doğrusu çok üzülürdüm. Göl çevresi Doğu Karadeniz’in simgesi dev ladin ağaçları, köknar ve çamlardan oluşan yoğun ormanlarla kaplı…Sanki bir “orman denizi”…Orman manzarasıyla gölün sergilediği uyum sonucunda ortaya göz alabildiğince geniş, yeşilden bir derinlik çıkmış. Herkes gibi ben de bu göz okşayıcı eşsiz güzelliği fotoğraf karelerine sığdırmaya çalışıyorum…Göl çevresindeki keyifli gezinti sırasında klasik Rus romanlarında anlatılan benzer gezintileri anımsadım…Gezi boyunca çektiğim fotoğraflardan en beğendiklerim burada, göl kenarında çektiklerimdi.
Kafkasör Yaylası
Borçka-Karagöl’den ayrılıp Kafkasör’e ulaştığımızda vakit ikindiye yakındı. Her yıl Haziran ayının son haftasında şenliklerin yapıldığı, boğa güreşlerinin şenliklere damgasını vurduğu, 1250 metre yükseklikteki ünlü Kafkasör Yaylası, yeşilin bin bir tonunu barındıran geniş ormanlık alanıyla tam bir mesire yeri. Birkaç saat için bile olsa burada bulunmuş olmak, yemyeşil ormanın derinliklerinde kaybolurcasına yürüyüş yapmak, Doğu Karadeniz’e özgü “derin yeşil”i duyumsamak, “çılgın kalabalıklardan uzakta”, başlı başına bir mutluluk kaynağı değilse nedir?
Yeşillikler arasından başını şöyle bir uzatıp kendini gösteren ama adını gizleyen iki eşsiz yaban çiçeğine işte bu yaylada rastladım. Biri eflatunla mor arası, diğeri sapsarı bu iki yayla çiçeğini akşamüzeri solmakta olan günışığı altında doyasıya seyrettim. Japonya’dayken bir Japon fotoğraf sanatçısının armağan ettiği boynumda asılı fotoğraf makinama makro objektif takıp birkaç poz fotoğraflarını çekmeden oradan ayrılamazdım. Çektiğim fotoğrafları Ankara’ya döner dönmez tab ettirip üniversiteden hocam Erdoğan Tekin’in Türkiye’nin En Güzel Yaban Çiçekleri (İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 2005) kitabındaki 1010 değişik yaban çiçeğini gösteren birbirinden güzel 1370 fotoğrafla karşılaştırdım. Kitaptaki fotoğraflar arasında gezinirken hemen tanıdım yayladaki o iki güzel yaban çiçeğini. Tıpkı benim çektiğim fotoğraftakilere benziyorlardı. Mor olanına “yakıotu” deniliyordu. Bir tür gece menekşesini andırıyordu. Singapur’da bakımlı orkide bahçelerinde gördüğüm orkideler kadar etkileyiciydi. Sarı olanına ise “sedefotu” denmişti.
Gün boyu keyifle sürdürdüğümüz gezi akşam karanlığında daracık yollarda sayısız “s” çizerek misafirhanemize dönmekle son buldu. Gezi yorgunluğu üzerine iştahla yenilen Karadeniz yemekleri, ardından ince bardakta önce kokusunu hissedip sonra tadına vardığımız nefis çay ve akşam serinliğinde ışıklar altındaki Artvin’i insanın içini ısıtan kıvrak Karadeniz ezgileri eşliğinde seyre dalış…
Şavşat-Karagöl
nkara’ya dönmeden bir gün önce öğleden sonramız boştu ve bu boşluğu doldurmak için Şavşat-Karagöl’e gitmekten daha güzel bir seçenek olamazdı. Öğle yemeğinden sonra toplanıp keyifle çıktık yola. Delice boz bulanık akan Çoruh’un kılavuzluğunda ikindi serinliğinde ulaştık Şavşat Yaylasına. Yol boyunca bir an olsun ayırmadık gözümüzü Çoruh’un kabına sığmaz coşkun akışından.
Şavşat-Karagöl’de bizi bekleyen manzara Borçka-Karagöl’dekinden farksızdı. Sık ormanların akisleri krater gölünün derin yeşil sularına yansıyordu. Sakin göl sularındaki bu yansımanın ortaya çıkardığı eşsiz simetri karşısında hayranlık duymamak elde değildi... Gözlerimi uzunca bir süre bu nefis simetriden ayıramadım…Büyülenmiştim sanki…Gölün çevresini dolaştıkça, sık ormanlar arasında kayboldukça, gölün derin yeşili ile sık orman yeşilinin kusursuz renk uyumunu, yer yer rengârenk yaban çiçeklerinin eşlik ettiği bu uyumun bende bıraktığı hayranlığı çektiğim fotoğraf karelerinde saklamak istedim. Şavşat-Karagöl’de epeyce fotoğraf çektim, daha doğrusu çektiğimi sanmışım! Gezi dönüşünde 36 pozluk filmi makinadan çıkarmaya çalışırken karşılaştığım kötü sürpriz o günkü tüm keyfimi kaçırdı. Aceleyle filmi makinaya başlangıçta iyice takamamışım ve sonuçta Şavşat-Karagöl’de tek bir poz fotoğraf bile çekememişim!...Bu tatsız sürpriz üzerine beni avutabilecek tek bir şey kalıyor geriye; o da, bu gezide çekemediğim fotoğrafları çekmek için derin göl yeşiliyle sık orman yeşilinin buluştuğu bu güzel yere, Şavşat-Karagöl’e, yeniden gelmek için artık bir gerekçemin oluşu…
Şavşat-Karagöl’e kadar gelip de , Şavşat’ın o meşhur Efkar Tepesi’ne çıkmamak olmaz. Hani şu Fakir Baykurt’un Şavşat’ta öğretmenlik yaptığı yıllarda yazdığı kitabına ad olan Efkar Tepesi’ne…
Sahil yolundan ver elini Trabzon
Artık dönüş yolundayız. Karadeniz sahil yolunu izleyip akşamüzeri Trabzon’a ulaşmayı, o gece Trabzon’da kalıp ertesi gün erkenden uçakla Ankara’ya dönmeyi planlıyoruz.
Dönüş yolunda bir kez daha yeşillikler arasında Borçka’dan geçip Hopa’ya ulaşıyoruz. Hopa’ya kadar gelmişken neredeyse iki adım ötedeki Batum sınırını görelim istedik. Sınır kapısında, sınırın hemen karşısındaki Batum köylerine ve sanki sınır yokmuş gibi alabildiğine uzanan yemyeşil tepelere bakıp, Türk Dili Dergisinin Gezi Özel Sayısından Ahmet Refik Altınay’ın Kafkas Yollarında adıyla yayımladığı gezi notlarının Batum bölümünü okumaya koyuldum. Sabaha karşı, hafif hafif çiseleyen yağmur altında başlayan bir yolculuğa okurunu ortak eden satırları tam da yolculuğun geçtiği mekânlarda okumak ne güzel…
Sınır kapısını görme hevesimiz geçince sahil yoluna geri dönüp Hopa’dan sahil yolunu izleyerek Trabzon’a doğru yola koyulduk.
Sahil yoluna çıkıp cam kenarındaki koltuğumdan yol boyunca Karadeniz’i seyrederken bir yandan da elimdeki rehberden başka dillerde Karadeniz’e verilen adları okuyordum:
Yunanca: Mavri Thalassa, Μαύρη Θάλασσα "Kara Deniz"; Pontus, Pontos "Deniz"; Exsinos Pontos, Εύξεινος Πόντος "Konuksever deniz"
Bulgarca, Rusça: (Чёрное море) Chernoye More "Kara Deniz"
Ukraynaca: Chorne More "Kara Deniz"
Romence: Marea Neagra "Kara Deniz"
Lazca: Ucha Zuğa "Kara Deniz", Zuğa "Deniz"
İngilizce ve Fransızcada da Karadeniz’e Kara Deniz deniyor. Kısacası, dünyanın hemen her yerinde bu deniz Kara Deniz olarak anılıyor…
Hopa…Kazım Koyuncu
Hopa’dan geçerken bir yandan gözlerim Karadeniz’in derin mavi sularına dalarken, bir yandan da kulağım Volkan Konak’ın Kazım Koyuncu’nun anısına okuduğu o içli türküdeydi: “Gökten bir yıldız kaydı Karadeniz’e düştü”…Türküyü dinlerken daha yoğun fark ettim: Karadeniz genellikle hırçın, dalgalı, derin bir deniz olarak bilinir. Oysa şimdi öyle sakindi ki…Tıpkı yaşar Kemal’in bir Karadeniz balıkçı deyiminden aktardığı gibi: “Deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki karıncalar su içerdi”…
Kazım Koyuncu, kansere yenik düşüp aramızda ayrılalı tam bir yıl olmuş. Gazetelerde okudum, dostları Hopa’da onun için anma günü düzenlemişler. Çernobil felaketinin üzerinden 20 yıl geçmiş. Hopa’dan geçerken aklımdan geçenler Nazım Hikmet’in şu dizelerinden başkası değildi:
“Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.
Stronsium 90 yağıyormuş
ota, süte, ete,
umuda, hürriyete,
kapısını çaldığımız büyük hasrete.”
Arhavi
Hopa’dan ayrılıp bir süre sahil yolunu izledikten sonra karşımıza çıkan tabela Arhavi’ydi. Nazım’dan Arhavili İsmail’in o etkileyici hikayesini okuduğumdan beri hep merak etmişimdir bu kıyı kasabasını. Kısmet bugüneymiş. “Ateşi ve ihaneti gördük” diye başlar Arhavili İsmail’in hikayesi. Kurtuluş savaşı yılarıdır:
“Ve çok uzak
çok uzaklardaki İstanbul limanında
gecenin bu geç vakitlerinde
kaçak silah ve asker ceketi yükleyen laz takaları
hürriyet ve ümit
su ve rüzgârdılar.
Onlar suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.”
Arhavili İsmail’in geceleri Karadeniz’in karanlık ve dalgalı sularında yüzdürdüğü şey aslında hayatının en büyük sırrından başka bir şey değildir.
“Dümende ve başaltlarında insanlar vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle sever insanlardı ki
sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler…”
Arhavili İsmail gerektiğinde sırrını kendisiyle birlikte Karadeniz’in insanın içini titretecek kadar soğuk, karanlık, dalgalı sularına bir an bile tereddüt etmeden gömebilecek kadar gözüpekti, yiğitti …
Artvin, Kurtuluş Savaşı’nın öyle kıyında, köşesinde değil, tam ortasında olmuştur hep…
Bugünkü sahil yolunda Arhavi’yi arkamda bırakırken, gözyaşımı arkadaşlarımdan saklayıp sessizce içime gömüyordum. İçimden, Arhavili İsmail’in hikayesinde, “o güzel insanları” bir kez daha minnetle ve şükranla andım...
Rize’de öğle yemeği molası
Biliyorum, Rize öyle dar zamanlara sıkıştırılacak bir şehir değil. Bu kaz sadece içinden geçtik. Çaykur’da duraklayıp çay aldık, bir turistik tuhafiyeciden meşhur Rize bezlerinden aldık. Öğle yemeğinde Karadeniz pidesi yedik hepsi bu.
Rize’ye yüksekten bakan Ziraat Çay Bahçesinde şehre nazır oturup çay içmeyi, sabrın ve bilgeliğin simgesi demli çay eşliğinde, çaya gönül vermiş öncüleri, bir Prof. Ali Rıza Erden’i, Zihni Derin’i, Kazım Kartal’ı yad etmeyi, Çamlıhemşin’de kiremitte alabalık yemeyi, meşhur Ayder yaylasında yürümeyi, kaplıcalarına girmeyi, şelalelerin serinliğini hissetmeyi, bol bol fotoğraf çekmeyi bir başka zamana bırakıp doğruca Trabzon’a gidiyoruz.
Amacımız, vakitlice Trabzon’a ulaşabilmek, kapanmadan Sümela Manastırı’nı gezebilmek…
Trabzon…Maçka…Sümela…
Trabzon’da misafirhanemize geldiğimizde saat akşam beş sıralarıydı. Hemen Maçka yoluna düşüp Sümela Manastırı’na ulaştık ama saat artık 18.00 olmuştu ve ne yazık ki müze biz gelmeden biraz önce kapanmıştı.
Manastırı şöyle bir dışarıdan görmek bile etkileyiciydi. Trabzon’dan Maçka’ya yeşillikler arasındaki yolculuk ise başlı başına ayrı bir keyifti. Müzeyi gezememekten dolayı üzgün ama keyifli bir yolculuk sonunda bu etkileyici manastırın yanı başına kadar gelmenin verdiği mutlulukla Trabzon’a geri döndük.
Trabzon’da misafirhanemizde denize nazır harika bir ortamda akşam yemeği yedik, Ankara’da dönmeden önceki son akşam olduğu için geç saatlere kadar sohbet ettik.
Ertesi sabah erkenden Trabzon Havaalanındaydık. Uçak 40 dakika gecikmeliydi. Havaalanında bizim gibi Ankara uçağını bekleyen bir Japon grupla karşılaştım. Japonya’da daha önce bulunmanın ve biraz da Japonca bilmenin verdiği rahatlıkla Japon gruba Japonca “merhaba” (konnichiwa) dedim. Kısa bir şaşkınlık sonrasında onlar da gülümseyerek selam verdi ve böylece aramızda keyifli bir sohbet başladı. Türkiye’ye ilk gelişleriymiş. İstanbul’u, Karadeniz’i gezmişler. Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesini gezmeyi, Anıtkabir’i ziyaret etmeyi, bir günlük şehir turu yapmayı, ardından da Kapadokya’ya gitmeyi planlıyorlarmış. “Ya Ege ve Akdeniz kıyıları?” diye sordum, “bir dahaki sefere” dediler. Gezi boyunca elimden bırakmadığım Türkçe-İngilizce yazılmış Karadeniz Gezi Rehberini (Karadeniz: Meraklısı için Gezi Rehberi, Müjde Nişanyan, Sevan Nişanyan) onlara armağan edip iyi tatiller diledim. Gezinin üzerinden 15-20 gün geçmişti ki o gün tanıştığım tur rehberinden çizgili pelur kağıda Japonca yazılmış 4 sayfalık bir mektup aldım. Sağ salim Japonya’ya dönmüşler ve Türkiye’de gezip gördükleri yerlerden çok memnun kalmışlar… Ayrıca o tur rehberi hayatında ilk kez bir “yabancı”ya kendi el yazısıyla mektup yazıyormuş ve o yabancı benmişim…Bu nazik mektubu hemen yanıtladım. Mektubuma, Karadeniz gezimiz sırasında çektiğim beğendiğim fotoğraflardan eklemeyi ihmal etmedim.
Bir hafta aradan sonra dönüp dolaşıp geldiğimiz yer yine Esenboğa Havalimanıydı.
Her yolculuk başladığı yerde bitiyor, öyle değil mi?
(Damar dergisi, Ağustos 2006, sayı 185)