ibrahim@ibrahimberksoy.com.tr

Faşizm, İki İnsan Arasındaki İlişkide Başlar
2 Aralık 2021, Perşembe
Faşizm, İki İnsan Arasındaki İlişkide Başlar
Kavram Karmaşa Yazıları
Faşizm, İki İnsan Arasındaki İlişkide Başlar

Kavram-Karmaşa: Sayı 20

"Yeraltına Bir Bilet Lütfen"

Bir yer altı faaliyeti olarak şiir...Bu sayıda Ahmet Erhan'ın şiirlerini ele aldım:

"Faşizm, İki İnsan Arasındaki İlişkide Başlar"

"Alacakaranlıktaki Ülke"den "Türkiye Ayağa Kalk"a Ahmet Erhan'ın Şiirleri

 

            1.

Geçenlerde, Cumhuriyet'in televizyon sayfasında, Costa Gavras'ın unutulmaz filmi "Ölümsüz-Z"ün tv'de gösterileceğini öğrenince çok sevindim. Bu filmi ilk kez ODTÜ'deki öğrencilik yıllarımın Ankara'sında -yanılmıyorsam- Kızılırmak sinemasında izlemiştim. 1980'lerin ortalarıydı. Askeri Darbenin kesin suskunluk döneminden ürkek adımlarla yeni yeni çıkılmakta olduğu yıllardı. O yıllarda düzenlenmeye başlanan Ankara Film  Festivali, 12 Eylül'ün ülkeye dayattığı yoğun sis bulutunun dağılmasında oldukça önemli bir rol oynadı. (Bu arada Festivalin düzenlenmesinde büyük emeği geçenMahmut Tali Öngören'i özlemle ve saygıyla anmak isterim.) Costa Gavras'ın "ölümsüz-Z"üyle birlikteBernardo Bertolucci'nin İtalya'da faşizmin iğrençlikler temelinde yükselişini anlattığı "1900 (nove cento) I-II"yi (Bu film geçen dönem İstanbul Uluslararası Film Festivali'nin "Bertolucci Filmleri" kapsamında yeniden gösterildi.) , "Kızıl Mısır Tarlaları"nı, "Sıkıyönetim"i Festivalin ilk yıllarında benim gibi pek çok üniversite öğrencisi ilgiyle, coşkuyla ve bilinçle izledi. "Ölümsüz-Z" filminin bitiminde bir grup üniversitelinin hep bir ağızdan Şili halk türküsü Venseremos'u söylemeye başlaması doğrusu görülmeye değerdi. Sinema salonunun bu marşla çınladığı anı hâlâ unutamam...

Costa Gavras, "ölümsüz-Z"de, Vassilis Vassilikos'un aynı adlı romanından uyarlamayla, adı belirtilmeyen bir Akdeniz ülkesinde (aslında Albaylar Cuntası'nın Yunanistanı'nda) sorumluları devlet içerisinde yuvalanmış sivil faşist güçlerin gerçekleştirdiği trafik kazası süsü verilmiş bir cinayeti anlatır. Kaza süsüyle cinayete kurban giden solcu milletvekilinin cinayetinin ardından "yürekli bir savcı"nın ısrarla olayın üzerine gidişi, cinayeti gerçekleştiren "piyonları" ve cinayetin perde arkasındaki generalleri bir bir yargı önüne çıkarışı Theodorakis'in oldukça etkileyici müziği eşliğinde akıcı bir sinema dili ile aktarılır.

Filmin hemen başındaki, halkı zararlı unsurlardan korumak ve kollamak adına yağmurdan nem kapan generallerin, Tarım Bakanı'nın "pas hastalığı" ile ilgili sunuşu sonrasında, "içimizdeki pas hastalığı olan komünizmle mücadele" uğruna düştükleri komik  durumları yakın çekimlerle Costa Gavras öyle güzel anlatmış ki bu alaycı sahneleri iç savaş ve askeri darbelere maruz kalmış hangi ülkeye uyarlasanız aşağı yukarı benzer sahneler ortaya çıkar...(Tıpkı Costa Gavras'ın filminde yansıttığı gibi, bizde de 60'lı 70'li yıllarda içimizdeki "komünizm hastalığı"yla mücadele etmek üzere kurulan "Komünizmle Mücadele Dernekleri" macerasını ve bu maceranın traji-komikliğini sevgili Aziz Nesin "Sosyalizm Geliyor Savulun" adlı öyküsünde ne güzel anlatmıştı.) Bu benzerlikler film boyunca öyle "tanıdık"  ki  ölen ya da yaralananlar için  uydurulan  "düşerken başını kaldırıma çarptı, arabadan aşağıya düştü, kendini arabanın önüne attı" gibi bahanelere, filmi yıllar sonra izlediğimde yeniden acı acı güldüm ve film boyunca gazeteci Metin Göktepe'yi düşündüm..."İkinci kattan atladı, kafasını duvara çarptı" denilen Metin Göktepe'yi ve onun ilden ile taşınıp bir türlü sonuçlandırılamayan davasını...Bir de o şehir senin bu şehir benim , mahkeme mahkeme oğlunun davasını izleyen sevgili annesi Fadime Göktepe'yi...

Filmi Ankara'da ilk izlediğimde film boyunca Victor Jara'yı düşünmüştüm. Onun Şili'nin Santiago'daki ünlü stadyumunda binlerce kişiyle birlikte işkenceye maruz kalışını, hünerli parmaklarının kesilişini, bir daha gitar çalamayacak oluşunu ve öldürülüşünü...Sonra Salvador Allende'nin onurlu direnişini ve Pablo Neruda'nın yüreğinin sızlayışını...

Bu filmin temel özelliği, dramla komediyi ustaca birleştiren bir politik sinema örneği oluşu. Dünyanın neresinde olursa olsun askeri darbeler baştan itibaren komiktir. Ama ilk andaki yakıcı etkisi öylesine trajiktir ki o anda trajik olanın gerisindeki komiklik pek algılanamaz ya da algılansa bile bu sonraya saklanır. Daha sonraları ise darbelerin akıl almaz komiklikleri, saçmalıkları, beyhudelikleri dillere destan olur ve iş gelir "biz bu ihtilali niçün yaptık netekim"e kadar dayanır...Çünkü, cunta dönemlerinde hapse atılan, sürülen, yerinden yurdundan edilen  "ihtilalin mağdurları" daha sonra bakmışsınız -yeniden- ülkenin siyasal yöneticileri olmuşlar!.

Örneğin Melina Mercouri'nin durumu böyledir. Yunan cuntasının kendisini vatandaşlıktan attığında karar vermiş "cuntayla savaşım" adlı anılarını yazmaya Melina Mercouri. Vatandaşlıktan çıkarıldığında karara tepkisini soran gazetecilere şunları söylemiş:" yunanlı doğdum, yunanlı öleceğim. Albay Papadopulos ise faşist doğdu, faşist ölecek." Melina Mercouri, Albaylar cuntası sonrasında, tıpkı kader arkadaşı ünlü besteci Theodorakis gibi,  ülkesinin kültür bakanı oldu; Albay Papadopulos ise müebbet hapse mahkum oldu...

Örnekler çoğaltılabilir...pek çok örneğe karşın yine de darbeciler tıpkı idamların infaz edildiği saatlerdeki gibi genellikle sabaha karşı gözlerine kestirdikleri an ve saatte  darbe yapmak sevdasından bir türlü vazgeçmiyorlar!

Orhan Murat Arıburnu'nun şiirini anımsamanın tam zamanı:

"Ekseriya sabaha karşı

Kurşuna dizilir mahkûmlar

Bir sünger taşına döner

Anne sütünden yapılan heylel

 

Bari şu trampet çalmasa

İnsan gümbürtüye gitmese"

2.

Faşizmin kitlelere yönelik azgınlığı, saldırganlığı üzerine pek çok şey söylenebilir, pek çok trajik örnek verilebilir...Ama bir de faşizmin insanın özüne yönelik saldırganlığı var ki faşizmin bu yüzü hâlâ aydınlanmış değil...Daha doğrusu faşizmin bireyin özgürlüğüne yönelik saldırısının insan üzerindeki etkilerinin hangi boyutlarda olduğu yeterince algılanmış sayılmaz...Faşizmin birey üzerindeki yıkıcı etkisine dair değişik alanlarda sanatçılar kuşkusuz yetkin ürünler verdiler. Unutulmaz filmler çekildi, tiyatro oyunları sahnelendi, beleğe bir mıh gibi çakılan fotoğraflar çekildi, resimler yapıldı, hüzünlü ezgiler bestelendi, romanlar, öyküler, şiirler yazıldı...Örneğin Picasso'nun Guernica'sı, faşizmin kitlelere yönelik dehşetinin insanın iç dünyasına yansıyan saldırganlığını açığa vurmuyor mu sizce? Ya da Henrich Böll'ün "Ve O Hiçbir Şey Demedi" adlı romanı savaş sonrasında insanın iç dünyasındaki yıkım üzerine esaslı bir şeyler söylemiyor mu?

Ingeborg Bachmann'ın "Malina" adlı romanı, faşizmin insanın özüne yönelik saldırganlığını açığa vurmaya dair okuyup da etkilendiğim romanların başında gelir. Bu kitabı da tıpkı Costa Gavras'ın "ölümsüz-Z" filmini izlediğim gibi, 1980'li yılların ortalarında Ankara'da üniversite öğrencisi olduğum yıllarında okudum. Ingeborg Bachmann'ın, kitabın arka kapağında yer alan faşizmle ilgili olarak söylediği şu sözler beni çok etkilemişti: "Malina İtalya'da yayımlandığında, romanımın ikinci bölümünü faşizmi düşünerek mi yazmış olduğumu sordular. Hayır, dedim, daha önce yazmıştım, ve faşizm üzerinde düşünmeye de çok önce başladım. Nerede başlıyordu faşizm? Atılan ilk bombalarla, ya da üzerine çok yazılıp çizilen terörle değil...Faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar..."

Bachmann, Malina'da toplumu "en kanlı arena" olarak nitelendirir ve bu saptaması kendisine anımsatıldığında şunları söyler:" Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içerisinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte, ama aslında yaşanabiliyor da bunlarla..."

İnsanın içine "enjekte edilen" büyük şiddeti anlatmak için "yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği"nden söz eder ve adeta bir çığlığa dönüşen sözlerine şunları ekler: "İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. Ve özlemimi çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam." Uzun yıllar yaşadığı Roma'daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonucu hayata veda eden bir yazarın sözleri bunlar...

Bachmann'ın bu sözleri Ahmet Arif'in ünlü dizelerine nasıl da yakın duruyor:

"Binlerce yıldır sağılmışım

Korkunç atlılarıyla parçalamışlar

Nazlı, seher-sabah uykularımı,

Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,

Haraç salmışlar üstüme.

Ne İskender takmışım,

Ne sultan Murat.

Göçüp gitmişler, gölgesiz!

Selam etmişim dostuma

Ve dayatmışım...

Görüyor musun?"

Malina'nın çevirmeni değerli felsefeci Ahmet Cemal, ' "Malina", ya da Günlük Cinayetlerin Romanı' adlı denemesinde, romanı "mutlak aşkın romanı" olarak nitelemekte. "Hiçbir zaman iki kişinin aynı zamanda paylaşamayacağı, salt cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyaların yoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı."  Bachmann'a göre "savaş sonrası" dönem, bir anlamda savaştan da korkunç günlerin yaşandığı bir dönemdir. Savaş artık cephelerde değil, insanların iç dünyasındadır. Bu savaştaki yıkım ve cinayetler her gün yaşamakta olduğumuz gündelik hayatlarda kendini göstermektedir. İç dünyalarda alınan yaralar ne yazık ki sanılandan daha derindir. "Bachmann'a göre insanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur; boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır."

Belki de işte bu nedenledir ki  "faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar..."

3.

Ahmet Erhan'ın "Alacakaranlıktaki Ülke"sini de tıpkı Costa Gavras'ın "ölümsüz-Z" filmini izlediğim, Ingeborg Bachmann'ın "Malina"sını okuduğum gibi 1980'li yılların ortalarında (belki de biraz daha erken)  Ankara'da üniversite öğrencisi olduğum yıllarında okudum. Ankara, o günlerde yaşanan onca yoğun sise, nefes almakta zorlandığımız soğuk kış günlerine karşın yine de sevdiğim(iz), içinde yaşadığım(ız) bir  (baş)kenttir. Üstelik bu kent, Ahmet Erhan'ın  doğum yeri ve belki de onun en güzel şiirlerini yazdığı kenttir.

80'li yılların ortalarından beri Ahmet Erhan'ı şiirlerinden  tanıyorum. Bende iz bırakan çok şiiri vardır. Onun kimi şiirlerini, dizelerini, şiiri güzel bir ilgi alanı olarak yaşamlarına katmış   arkadaşlarımla hep paylaştım. Akdeniz gezilerimde onun "Akdeniz Lirikleri"ni yanıma almayı hiç unutmadım...

Bugüne değin antolojilerde şairlerle ilgili kısa sunuş yazılarına pek ilgi duymazdım. Ama son zamanlarda özellikle Mehmet H. Doğan'ın hazırladığı ve şairler arasında tartışmalara neden olan üç ciltlik "Yüzyılın Türk Şiiri (1900-2000)"  antolojisi üzerine, antolojilerde Ahmet Erhan için neler yazıldığını merak ettim.

Mehmet H. Doğan, hazırladığı antolojide Ahmet Erhan için şunları yazmış: "Ahmet Erhan ilk şiirleriyle, ilk kitaplarıyla parlak bir çıkış yaptı. 1980'lerde kendisine büyük umutlar bağlanan, en yetenekli genç şair olarak kabul edildi. Lirizm her zaman şiirinin en başta gelen ögesi oldu. Şiirlerinde kötümser hava ve ölüm izleği zamanla bütün öteki izleklere baskın geldi."  Doğrusu, Mehmet H. Doğan'ın bu değerlendirmesi benim şiirlerinden tanıdığım Ahmet Erhan'a hiç benzemiyor. Mehmet H. Doğan'ın bir şairi tanıtmak ya da değerlendirmek için seçtiği cümleler, deyimler hiç de şiire ve şaire yakın durmuyor. Apayrı dünyalara yakışacak benzetmeler yapıyor Mehmet H. Doğan. "Parlak bir çıkış yaptı" ile örneğin "burun farkıyla seçimi kazandı" arasında ne fark var? Ne şair Ahmet Erhan 100 metre koşucusu bir atlet, ne de seçimi kazanan aday (bazı istisnalar müstesna) Veli Efendi Hipodromundaki bir yarış atı...Bana göre de lirizm Ahmet Erhan şiirinin temel ögesidir ve onun en güzel şiirleri, içinde lirizmin bir ipek halı gibi dokunduğu  şiirlerdir. Ama şu "kötümser hava"ya ne demeli? Üstelik Mehmet H. Doğan hazırladığı antolojiye Ahmet Erhan'ın altı şiirini almış; altısı da "kötümser hava" ve "ölüm izleği" üzerine...Nerede Mehmet H. Doğan'ın "lirizm her zaman şiirinin en başta gelen ögesi oldu" dediği şiirler?

Mehmet H. Doğan'ın "kasvetli" antolojisini bırakıp bu kez Ataol Behramoğlu'nun hazırladığı"Büyük Türk Şiiri" antolojisine baktım. Ataol Behramoğlu, antolojisinde Ahmet Erhan için şu değerlendirmeyi yapmış: "Kendi kuşağının denebilirse en lirik şairidir. Şiirimizin lirizm zenginliklerini, özellikle 60 sonrası yeni toplumcu şiirini çeşitli ögeleriyle kaynaştırarak kendine özgü bir sese ulaştı. Nihat Behram'ın şiirleri gibi, Ahmet Erhan'ın şiirleri de sanatsan değerlerinin yanısıra, ülkede genç insanın yaşadığı dramın bir çeşit güncesi olarak da önemli. Karamsar ses tonu, geri planda, bastırılmış, direnen bir yaşama sevincini gizliyor. Lirik ve yalın olduğunda başarıya ulaşan Ahmet Erhan'ın tekrarlara düşmekten yer yer düzyazısal anlatıma kaymaktan kurtulabildiği ölçüde şiirini geliştirip boyutlandıracağı söylenebilir.

Ataol Behramoğlu'nun değerlendirmesi "şiir içi" bir değerlendirme. Lirizm ve  karamsar ses tonu bu değerlendirmede de vurgulanıyor. Ataol Behramoğlu, hazırladığı antolojinin yeni baskısına, Ahmet Erhan'ın şiiriyle ilgili olarak, bana göre onun şiirinin en belirgin ögelerinden "ince alay"ı da eklemeli...

Antolojileri bir kenara bırakıp Ahmet Erhan'ın şiirlerine dönecek olursam, dediğim gibi, Ahmet Erhan'ın "Alacakaranlıktaki Ülke"sini 1980'li yılların ortalarında (belki de biraz daha erken)  Ankara'da üniversite öğrencisi olduğum yıllarında okudum...Ahmet Erhan'ın ilk şiirleri 1975'te "Militan"dergisinde yayımlanmış. Ben Ahmet Erhan'ı ilk kez "Alacakaranlıktaki Ülke"  kitabıyla tanıdım.

16 bölümden oluşan Alacakaranlıktaki Ülke şiiri, daha ilk dizeleriyle, gürül gürül akacak olan başka uzun şiirlerin habercisi gibidir:

" Göğün karanlık denizlerinde yelkenlerini şişiriyor ay

Ülkeme bakıyorum uzayıp giden bir gecede

Suskun ve boynubükük yalnızlığında bir sokağın.

Elimde henüz açmamış bir gül var

Ve boşanmayı bekleyen bir konuşma isteği dilimde

Perdeleri çekilmiş, kapıları sürgülenmiş evlerde

Yaşayıp giderken halkım."

Ne güzel bir başlangıç. Söyleyecek sözü olan şairin bardaktan boşanırcasına yağacak olan söz sağanağı dizeler...Ben böylesi nehir şiirlerin gürül gürül akan dizelerini,  80'li yıllardaki öğrencilik yıllarımda okuduğum Hasan Hüseyin'in şiirlerinden biliyorum. "Ağlasun Ayşafağı"ndaki dizeleri nasıl unuturum... Bir de Ege'nin öte yakasından Yannis Ritsos'un "Yaşlı Kadınlar ve Deniz" adlı uzun şiirindeki yaşlı kadınların denizlerden okyanuslara açılan geçmişe özlem dolu sohbetlerini...

Ahmet Erhan'ın "perdeleri çekilmiş, kapıları sürgülenmiş evlerde/yaşayıp giderken halkım" dediği halk;

"Tedirginlik ve acı. Böyle yaşar halkım.

Evlerde, sokaklarda,yarınlardadır

Ağa vurmuş bir balık kadar yorgun..." dur.

Sonra araya kahvede oturmuş kitap okurken birdenbire duyulan silah sesleri girer. Kahveci boyuna ellerini önlüğüne siler... İşte bu tedirginlik ânıdır ki Ahmet Erhan'a şu dizeleri yazdırır:

"Herkes bir şeyler söylüyordu kendince

Tedirgin gölgeler kollarıma giriyordu

Sonrasını şimdi hiç anımsamıyorum."

Bu "anımsamama" halini ben daha önce Ahmet Telli'nin "su çürüdü" adlı şiirinden  tanıyorum. Doğa bilimleriyle ilgilenenler, çürümenin ancak organik maddeler için geçerli bir süreç olduğunu bilirler. Organik bir madde olmamasına karşın suyu (iki hidrojen atomu ve bir oksijen atomundan oluşan inorganik bir madde olan su'yu) çürüten Ahmet Telli, o şiirinde sürekli "adımdan gayrısını bilmiyorum" diyordu...Besbelli Ahmet Telli, yaranın derin alındığı, suyun bile çürüdüğü bir ülkeyi anlatıyor şiirinde. Tıpkı Ahmet Erhan'ın "alacakaranlıktaki ülke"si gibi...

Ahmet Erhan'ın alacakaranlıktaki ülkesinde akşamlar kara bir kefen gibi gerilir bu acılı, bu yoksul ülkenin üstüne...İşte böyle ortamlarda abanır faşizm insanın üzerine. Her gün evden bir iyilik yapmak için çıkan insanları evlerinden dışarı çıkamaz eder. İnsan gün gelir kendi sesinden korkar olur:

"Kendi sesimden korkuyorum bazan, inanır mısın?

Gördüğüm yüzlerden, tanıdığım insanlardan...

Gece oluyor. Bakıyorsun kimseler yok sokaklarda.

Karşı evin duvarında öldürülmüş birinin afişi

Boşluğa asılmış bir levha gibi

Usul usul sallanıyor

Ve uykusundan çığlık çığlığa uyanan bir çocuk

Yanında anasının olmadığına inandırıyor kendini

Birdenbire yalnızlığının bilincine varıyor."

Özgürlük de - tıpkı yalnızlık gibi - zorunluluğun bilincine varmak değil midir ?

İnsanın yalnızlık karşısındaki tavrı,  soğukta titreyen çocuğun ellerini koynuna sokup kendi içine büzülüşüne benzer...

"Gece geç saatlere kadar yürüyüp durdum

Düşünüp durarak bir şeyleri,

Şarkılar söyleyerek, ağlayarak...

Bir ırmak donmak istiyordu kanımda,

Sanki bir nar dağılmak..."

"sanki bir nar dağılmak" dizesini okurken Bilge Karasu'nun "Narla İncire Gazel"ini anımsamanın tam zamanı:

"Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de, övmek isterim. Anam her kışın en karanlık nokrasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine... Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim annem, sevinsin diye."

Narı da inciri de övmek isterim...

Alacakaranlıktaki ülkenin coşkusunu, sevincini de dillendirmek gerek. O ülkenin dağlarını, denizlerini anlatmak gerek:

"Anlatmak isterdim ülkemin dağlarını, denizlerini

Çiçeklerin, kuşların adlarını birer birer

Ama bütün bu güzellikleri görüp, duyacak olanlar

İnsanlarım, öldürüldüler, öldürülmekteler.

Nasıl mahzun durmasın meyveler dallarında?

Dönüp de kimsenin yüzüne bakmadığı şu kedi yavrusu,

Şu taş bile, ancak bir insan eli onu kavrayınca güzel."

Bu dizeler ne kadar da yakışıyor sevgili Ergin Günce'nin "Türkiye Kadar Bir Çiçek"teki dizelerin yanına...Bir de Ruhi Su'nun gürül gürül sesiyle ağaç ve baltanın öyküsünü anlatırkenki şu dizesi: "ölen ben, öldüren benden"...Bu dizelerin yanına Ahmet Erhan'ın  dizelerini de siz ekleyin:

"Ve yüreğimde, aynı ülkenin nüfus cüzdanını

Taşıdığım birinin kurşunu var!"

Ama yine de umudu elden bırakmamalı. Güzel şeyler dilemeli geleceğe dair:

"Korkarım, kalacak bu toprakta

Gitgide ağırlaşan gözyaşlarımızın izi.

Dilerim, inci diye toplasınlar onları

Bizden sonra yaşayacak olanlar.

Dilerim, mermi diye toplamasınlar!"

Ahmet Erhan'ın bu dizelerini Ülkü Tamer'in o çok bilinen "ağıt"ının yanıbaşına koyuyorum:

"Bu toprakta kalır adın

Tohumların arasında

Yeşilinde tarlaların

Başakların sarısında"

"Alacakaranlıktaki Ülke"nin bir yerinde Ahmet Erhan tüm insancıl duygularıyla hüzünlü  bir otobüs yolculuğunu anlatır. Yolculuk sırasında yanındaki köylüye gülümseyişini, uzaktaki kızını görmeye giden bir adamın kendisine uzattığı elmayı alışını...Uzun uzun yaktığı mektupları düşünüşünü... Sonra otobüsün çevrilip, uğursuz bir sesin "herkes aşağı insin!" deyişini... Sonrası:

"Bir bir indi bütün yolcular

Sonunda ben de. Gizlemeye çalışarak yüzümü.

O zaman ayırdılar beni bir kenara,

Ellerimi yukarı kaldırttılar

Kavuşturdum yukarda kollarımı;

Kaçırmamaya çalışır gibi bir kuşu,

Ya da düşürmemeye bir gülü...

Yaralı ülkemin özgürlüğünü..."

Adına ister "kargaşa" densin, ister "iç savaş", ister "sivil faşizm", bir ülkenin üzerine is işte böyle böyle çöküyor...

"Karanlık, alabildiğine karanlık

Kentimin üstünde, ülkemin üstünde..."

İşte böyle böyle insanlar canından beziyor; çok sevdikleri ülkelerinde ölüyor, öldürülüyor...İşte böyle ortamlarda yakar insanlar kitaplarını ağlayarak:

"Kibrit tutuşmamak için direnir bir süre

Yeniden okumak geçer içinden

Belki yüzlerce kez okuduğun o kitapları...

Alıp götürür gözünün değdiği her sözcüğü bir yalım."

Ahmet Erhan Alacakaranlıktaki Ülkesinin üzerinden bir gün bu alacakaranlığın, tedirginliğin, umarsızlığın, korkunun dağılacağını düşler hep. O  gün geldiğinde gidip portakal satacaktır bir deniz kıyısında...elki de bir dalgıç olacaktır durup dururken...Sabahlara kadar yollarda dolaşabilecektir, üstelik sevdaya filan da tutulmamışken...

Ahmet Erhan Alacakaranlıktaki Ülke'yi 1979'da yazmış. Ahmet Erhan'ın bir başka uzun şiiri "Türkiye, Ayağa Kalk!" ise 20 yıl aradan sonra çıka geldi. İyi ki geldi! Onun "Resimli 'Ahmetler' Tarihi" kitabında bu güzel şiiri bir çırpıda okudum ve çok sevindim...Ahmet Erhan, bu şiirinde, "Alacakaranlıktaki Ülke"den farklı olarak, hem sanık sandalyesinde "kalk!" komutunu bekleyen bir Türkiye'yi hem de artık silkinip ayağa kalkması gereken bir Türkiye'yi anlatıyor...Bomboş salonun nemli hüznünde sanık sandalyesinden salondaki  Atatürk posteri Ahmet Erhan'ın dizelerinde bakın nasıl görünüyor:

"Gözleri doluyor

Tozlu çerçevedeki

Mustafa Kemal'in

Bir elinde Cumhuriyet'in

Kum saati

Bir elinde

'Adalet Mülkün temelidir.'

Sanki

Beyazıt meydanında

Nümayişe çıkmış eski bir tüfek

Ağlıyor

Ceketinin koluna

Gözyaşlarını silerek

Türkiye

Ayağa kalk!"

Ahmet Erhan'ın bu şiiri baştan sona bir "Türkiye sevdası" şiiridir. Şu dizeler bu şiirden:

"Türkiye, yurdum

Gazeteler

Boşuna mı çıkıyor

Boşuna mı atıldı

'İlk Kurşun'

Yarasa hüznüme sığınacak

Bir mağara arıyorum

Türkiye,

Sevgilim"

Ahmet Erhan'ın bu şiirinde "öteki Türkiye"nin fakirlikleri, kendine yetmezlikleri, açlık grevlerine yatan çocukları, göz güre göre öldürülen gazeteci Metin Göktepeler'i var...Öte yanda da "IMF, Dosya, Stund-up" ve saire var...Bir de Tunceli'nin kapalı yolları:

"Bütün yoları kapalı Tunceli'nin

Radyo söyledi az önce

Soğuk bir gecekondu

İncesu vadisine bakan

Kar bile bir leke olarak

Yağıyor kan üstüne

Kar bile bir leke olarak...

Türkiye, ayağa kalk!"

Ahmet Erhan'ın,  Doğu Perinçek'e ithaf ettiği "Ayaza Vurdu Gece" şiirini doğrusu çok beğendim. Ahmet Erhan'ın, soğuk bir gecede bir Boşnak taksicinin Doğu Perinçek'e selamını ilettiği şiir ne kadar insancıl, ne kadar sıcak..."Doğu beni tanır, Kadıköy'de elini sıkmıştım bir keresinde" diyen Boşnak taksicinin selamı acaba yerine ulaşmış mıdır?...

"Alacakaranlıktaki Ülke"den "Türkiye Ayağa Kalk"a Ahmet Erhan'ın Şiirleri, ülkesinde baskıyı, şiddeti, sivil ve askeri faşizmi, uluslararası kapitalizmi, IMF'yi, Dünya Bankası'nı, tam bağımsızlıktan karşılıklı bağımlılığa, oradan da, durmaksızın tam bağımlılığa doğru dolu dizgin gidişi görmüş, geçirmiş   bir şairin, çok sevdiği ülkesine dair  son yirmi yıllık canlı tanıklığıdır aslında...Çok sevdiği ülke öylesine horlanmış, öylesine eli kolu bağlanmış, öylesine bağımlılaştırılmış ki...

"Türkiye,

Ayağa kalk!

Düşün ki bir çiçek

Kendi kokusuyla

Bütünleşebilir ancak.."

Fazla söze gerek var mı? "Türkiye, ayağa kalk!"

Yazı ve yayınlara ulaşmak için...