Bu kez yolculuk önce Ege'nin güzel kıyı kenti Marmaris'e; oradan da doyumsuz bir kara yolculuğu eşliğinde uzun bir yay çizip A(ş)kdeniz'e tepeden bakan Kaş'a...
Ege'den A(ş)kdeniz'e
Gündelik hayatın "doğal" akışında ne zaman bir "gedik" bulsam omzumda emektar sırt çantam yollara düşerim. Çoğu zaman uzun yol otobüsü, kimi zaman da bir çift ray üzerinde bir kuğu gibi kayıp giden tren ya da havada süzülen metal kanatlı bir kuş alır götürür beni uzaklara. Adını bilip de bir yol gidip görmediğimiz; gitsek bile semtine öylesine, üstünkörü uğradığımız uzaklara...
Bir Cuma günü mesai bitiminde başlayıp ertesi hafta Pazar akşamına kadar tam dokuz gün sürecek olan uzun bayram tatillerinden birisinin başlangıcında emektar sırt çantamı omzuma atıp bir akşam vakti düştüm yine yollara. Bu kez yolculuk önce Ege'nin güzel kıyı kenti Marmaris'e; oradan da doyumsuz bir kara yolculuğu eşliğinde uzun bir yay çizip A(ş)kdeniz'e tepeden bakan Kaş'a... "A(ş)kdeniz"i sevgili şair arkadaşım Sabahattin Yalkın'ın bir dizesinden ödünç aldım…
Kayseri'den, doğup büyüdüğüm kentimin terminalinden Marmaris'e doğru bir akşam vakti başlayan otobüs yolculuğum ertesi gün öğle üzeri son buldu. Gece yolculukları beni oldum olası etkilemiştir. Gecenin karanlığında hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden karayolunda gökte bir gümüş tepsi gibi parlayan ay eşliğinde sürüp giden yolculuk benim imgelem dünyama geniş, ferah pencereler açar; beni alır anıların, özlemlerin, tutkuların dünyasına götürür...Yılların eskitemediği pek çok anı, bellekte yer etmiş hoş bir gülümseme, eskiden içilmiş demli bir çaydaki karanfil kokusu bir film şeridi gibi gözümün önünden geçer; gece yolculuğu boyunca bir gölge gibi beni izleyen ay, kulağımdaki ipek yumuşaklığındaki balkan ezgileriyle birlikte bu güzel film gösterisine eşlik eder...
Yolculuk boyunca işte böylesi duygulanımlarla saatler saatlere eklenir, tatlı bir uyuklama sonrasında bir de bakmışsınız ki gün doğmuş...Mola yerinde Ege'nin denize dik uzanan dağlarından kopup gelen buz gibi soğuk suyla elinizi yüzünüzü yıkar, yamaçlardaki çam kokusunu koklayarak doğmakta olan güne içinizde biriktirdiğiniz iyimserlikle "günaydın" dersiniz...Sonra aracınız yeniden hareket eder, size sunulan çay-kahve eşliğinde, mola yerinden aldığınız gazetenizin sayfalarına göz atmanın keyfini yaşamaya başlarsınız...Yol boyunca vadilerin güzelliğine, her yanı kaplayan yeşil örtüye takılıverir gözleriniz...Aracınız çamların, meşelerin arasından süzülerek yol almaktadır; böylesi yol boyu güzelliklerine kim kayıtsız kalabilir ki?
Öyle böyle derken on altı saatlik otobüs yolculuğum bitti ve ben Marmaris'teki otelime ulaştım. Böylesi uzun bir yolculuktan sonraki birkaç saatlik uykunun tadı sanırım hiçbir tada benzemez...
Marmaris'ten Kaş'a, Ege'den A(ş)kdeniz'e geniş bir alanı kapsayan beş günlük gezimin ilk iki gününü ayırdığım Marmaris günlerim böylece başlamış oldu. En son üç yıl önce geldiğim Marmaris'te geçirdiğim bu iki güzel gün göz açıp kapayıncaya dek gelip geçti…
Marmaris: "Uyanınca Çocuk Olmak"
Güzel ve keyifli bir uykudan sonra sabah erkenden uyanıp Marmaris'i gündüz gözüyle görmek öyle güzel ki... Burada her sabah günışığı tatlı bir tebessümle yüzünüzü ısıtıp sizi selamlıyor; siz de bu güzel selama ilgisiz kalamıyorsunuz. Uyku mahmurluğunu üzerinizden atıp pencerenizin perdesini aralıyor, yeni günün müjdecisi günışığına içtenlikle gülümsüyorsunuz.
İşte böyle güzel bir sabah vakti Marmaris'te günışığıyla uyanıp otel odamın balkonuna çıktım; Ege ormanlarının temiz havasını keyifle içime çekip, çamların güzel kokusunu kokladım. Bu göz kamaştırıcı eşsiz doğa güzelliğini hayranlıkla seyrederek, mavi deniz üzerinde ıpıl ıpıl parıldayan günün ilk yakamozlarına yönelip ezberim yettiğince Edip Cansever'in o güzelim "uyanınca çocuk olmak" şiirinden dizeler okudum…
Marmaris'in antik tarihi pek bilinmiyor. Eskiden buraya "Mermeris" , "Fiskos" ya da Venedik kaynaklarına göre "Porto Fisko" denirmiş...Mermeris bugün başkalaşıp Marmaris olmuş...Bilinen en eski tarihine bakılacak olursa Marmaris halkı Büyük İskender'in ordularına karşı direnmiş…
13. ve 14. yüzyıllarda Türklerin eline geçer Marmaris. Bölgeye Menteşe beyliği egemen olur. O günlerde Marmaris karşıdaki Rodos adasının fethi için adeta bir atlama taşı işlevi görür. Fatih Sultan Mehmet 1480 yılında 100 kadar gemiyle Rodos'u almak için Marmaris'ten yola çıkmış ama başarılı olamamış. Daha sonra 100 bin kişilik bir orduyla Kanuni Sultan Süleyman Marmaris'e gelmiş ve 1522'de adayı almış. Bu yüzden Marmaris'te ne yana baksanız kanuni döneminden kalma bir Osmanlı yapısıyla karşılaşırsınız: Kanuni döneminde onarılan eski kale, kervansaray, taş han ve köprü... Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi Marmaris'in yatırlarının ününden söz eder; öte yandan Piri Reis de bir denizci olarak Marmaris limanını keyifli bir dille anlatır.
Kentin adı ve tarihiyle ilgili bu kısa parantezden sonra Marmaris'teki ilk günümün akşamüstünü anlatabilirim artık. Karanfil kokulu çayımı yudumlarken akşamüzeri günün bulutların arasından denizin öte yakasına çekilişini; çekilirken geride bıraktığı harika kızıllığı izlemek beni öyle etkiledi ki not defterime şu dizeleri yazmaktan kendimi alamadım:
"Güneşin veda töreni
Besbelli güneş
Geride bıraktığı kızıllıklar arasında
Gümüş tepsisi ay'ı dansa kaldırmakta"
Marmaris'teki ikinci ve son günümü çay bahçelerinde çay içip Marmarislilerle sohbet ederek geçirdim. Turizm sezonu bitip turistler evlerine döndükten sonra, kentlerini adeta her yıl yeniden onarıp bir sonraki yıla hazırladıkları için onlara teşekkür ettim. Alış veriş yaptım. Öğleden sonra yamaçlara çıkıp ormanın içinde gezindim...İlhan Berk'in "Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum" adlı kitabından bölümler okudum…
Uçsuz bucaksız ormanlarla karşılaştığımızda ilk aklımıza gelen betimleme "yeşilin bin bir tonu" olur. Bu deyim gerçekten de gözümüzün önünde bir tablo gibi duran ormanı anlatmak için iyi bir betimlemedir, kulağa hoş gelir; ancak betimlemeler bir yana, bana göre asıl keyifli olan, ormanın derinliklerine dalmak, orada irili ufaklı yüzlerce türden ağacı, bitkiyi, börtüyü, böceği yakından görmek, ormanda sürmekte olan bir başka yaşamın farkına varmak, ormanın içinde derin derin nefes almanın hazzını yaşayabilmektir. Uzaktan bakılınca bizlere "yeşilin bin bir tonu" dedirten bunca renk tonunun gerisindeki irili ufaklı ağaçların, bitkilerin, otların "ışığa yönelme" , diğer bir deyişle "hayata kalma" mücadelesini yakından görüp anlamadıkça bu renk tonu zenginliğini hayatımızın güzellikleri arasına katabilir miyiz? Bence "yeşilin bin bir tonu"na uzaktan bakmak; ressamların renklerle olan dansına en ufak bir ilgi duymayıp, boş gözlerle resim sergilerini gezmeye benzer...
Ver Elini Kaş
Kaş'taki tur arkadaşlarıma katılmak için ertesi gün öğle saatlerinde ayrıldım Marmaris'ten. Gezmeyi çok sevdiğimden Türkiye'deki pek çok il ve ilçe terminalini neredeyse ezbere bilirim. Bugüne değin şehirlerarası otobüslerin her koltuğunda oturmuşumdur ve 24 saatin her saatinde bir terminalden bir başkasına otobüs yolculuğu yapmışımdır.
Ormanın ve denizin güzelliği arasında geçen beş saatlik keyifli bir yolculuktan sonra ulaştım Marmaris'ten Kaş'a.
Tur arkadaşlarımın konakladığı "Aquapark" oteline ulaştığımda akşam üzeriydi ve kızıla çalmakta olan cam mavisi A(ş)kdeniz'in harika görüntüsü gerçek bir görsel şölen değilse neydi? Hemen karşıdaki Meis adasının ışıkları henüz yanmamıştı ve Akdeniz'e bir kuğu gibi uzanan bu güzel koy hiç kuşkusuz doğanın insanlara bir armağanıydı...Bu şirin beldede birbirinden güzel üç gün geçirdim. Kaş'ta yıldızlı A(ş)kdeniz göğünün altında Akdeniz mutfağına özgü pek çok çeşidin yer aldığı otelimizin açık büfe akşam yemeklerinin tadı hala damağımda...
Ertesi gün sabah erkenden uyandım ve yarımadada yüksekçe bir tepenin üzerine kurulu otelimizden hayranlıkla A(ş)kdeniz'in doyumsuz mavisine baktım...Dünyanın hemen hemen tüm dillerinde Akdeniz, sakin deniz anlamına gelen "mediterranean" olarak anılır. Gerçekten de Akdeniz nereden bakarsanız bakın sessiz, sakin bir denizdir. Tuz oranının yüksek olması nedeniyle açık renklidir ve saydamdır. Bu yüzden Anadolu'da, bir zamanların bu iç denizine "akdeniz" adı verilmiş. Benim gibi romantik deniz tutkunlarının dilinde ise bu cam mavisi denizin adı "a(ş)kdeniz" olmuş...Belki şu anda yazının akışıyla pek ilgili değil ama "karadeniz" ise dünyanın hemen hemen tüm dillerinde "karadeniz" olarak anılır. Derin olması nedeniyle koyu renkli bu deniz, hırçınlığıyla ünlüdür ve pek konuksever olmadığı söylenir. Bırakınız açıklarını kıyıları bile kim bilir kaç balıkçıya mezar olmuştur...Ama öte yandan büyük önderimiz Atatürk'ü İstanbul'dan alıp Samsun'a getiren de aynı denizin dalgaları değil midir?...
Güzel ve keyifli bir kahvaltı sonrasında hep birlikte tur otobüsümüze binip ver elini Fethiye diyoruz. Kaş'tan Fethiye'ye yolculuk demek, antik çağda Lykia -"ışık ülkesi"- olarak anılan coğrafyayı neredeyse bir uçtan bir uca gezmek demek...Önce günboyu tekne turu sonra da bir zamanların ünlü beldesi Kayaköy'ün gezilmesi...Kaş'tan Fethiye'ye iki saatlik otobüs yolculuğumuz oldukça neşeliydi...Kaş'tan Kalkan'a doğru hareket eder etmez doğanın bizlere sunduğu harika görsel şölen bizleri büyülüyor ve aracımızın penceresinden denizin eşsiz mavisine ve ormanın serinletici yeşiline hayranlıkla bakmaktan kendimizi alamıyoruz. Bir yanda kayaların oyulmasıyla güçlükle yapılmış dar yolar, öte yanda metrelerce aşağıda mavi bir halıyı andıran deniz...Sonra yamaçlarda yeni yeni açmakta olan bin bir renkli çiçekler...
Bu güzellikler arasında aracımız yol alırken bir de bakmışız ki ünlü Kapıtaş plajına gelmişiz...Kayalıklar arasında özveriyle sanki yoktan var edilmiş bu eşsiz plaj. Turkuvaz mavisinin etkileyici tonu belki de başka hiçbir yerde bu kadar berrak, bu kadar çekici değildir...Keşke mevsim uygun olsaydı da uzun yıllar boyunca dalgaların yassılaştırdığı taşlar üzerine uzanıp güneşlenebilseydik ve kendimizi a(ş)kdeniz'in köpüklü dalgalarına bırakabilseydik...
Bilicilerin mekan Tuttuğu Kent: Fethiye
İki saatlik harika bir yolculuktan sonra Fethiye'ye ulaşıyoruz ve bir süre sonra öğleye doğru teknemiz bizi Fethiye'den alıp Ege'nin mavi sularında doyumsuz bir gezintiye çıkarıyor...Teknemiz bizi denizin enginliklerine yüzdürdükçe gözlerimiz Fethiye'nin gittikçe küçülen evlerine, ormanlarına ve zeytinliklerine takılıyor bir süre...Sonrası masmavi bir deniz ve o denizde bizim gibi yüzen diğer tekneler...
Molada leziz balık ızgaramızı yedikten sonra teknemiz bizleri dönüp dolaştırıp yeniden Fethiye'ye ulaştırdı. Sonra topluca ünlü Kayaköy'e gidildi. Gruptan birkaç kişi Kayaköy'e gitmeyip Fethiye'de kaldı. Ben de Fethiye'de kalanlardandım. Kayaköy'ü daha önce iki kez görmüştüm. 1922'de Yunanistan'daki Türkler ile Anadolu'daki Rumlar arasındaki mübadele sonrasında terk edilmiş olan ve bugün de in'in cin'in top oynadığı "metruk" bir yerleşim yeri olan Kayaköy beni hep hüzünlendirmiştir. Gruptaki arkadaşlarımızı Kayaköy'e yolcu ettikten sonra sahilde bir banka oturup denizi seyrederken o dönemin hüzünlü öykülerini anlatan Yaşar Kemal'in "Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana" adlı o güzelim romanını ("Bir Ada Hikayesi"nin ikinci ve üçüncü ciltlerini de ilgiyle okudum. Dördüncü ve son cildin yayımlanmasını merakla bekliyorum) ve gazeteci Kemal Yalçın'ın, savaş sonrasında Anadolu'dan göçüp yolları Selanik, Pire ya da Atina'ya düşen "mübadele insanları"nın birbirine benzeyen öykülerini anlattığı "Emanet Çeyiz" adlı kitabını anımsadım...Bu kitabıyla Kemal Yalçın, 1998 Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü ile 1998 Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü'nü kazanmış. Bir kaç yıl önce Kayseri'de bir grup öğretmenin Fransa'daki Ermeni Yasa Tasarısını protesto etmek amacıyla yayımladığı bildiride Kemal Yalçın'ın bu güzel kitabının toplatılmasını istediğini okuduğumda hüzün ve öfkem birbirine karışmıştı. Yaşadığım kentte böyle bir öğretmen örgütünün varlığına çok içerlemişdim. Bu talihsiz ve bilinçsiz basın açıklamasını hazırlayan öğretmenler, toplatılsın dedikleri kitabın 62. Sayfasını açıp "mübadele insanları"ndan Yordan Amca'nın "Kilis'te okul yıllarında söylerdik" dediği ve bizim Kayseri'de "Gesi bağları" olarak bildiğimiz türkünün her dörtlüğünü ve nakaratını duygulanarak ezbere söylediğini okusalardı bu güzelim kitap için "alel acele" tez elden toplatılsın naraları atmazlardı!
Kayaköy'e çıkarsam işte bu sözünü ettiğim hüzünlü düşüncelerin ağırlığını yeniden taşıyamayacağımı anladığım için Fethiye'de kalmak istedim.
Fethiye'de önce postaneye uğrayıp teknede içine güzel bir kutlama mesajı yazdığım kartpostalı postaya verdim. Sonra gazete satıcısına uğrayıp "yol arkadaşım" dediğim gazetemi alıp denize bakan bir çay bahçesine oturdum. İngilizlerin "beş çayı" dedikleri bir vakitte Ege'nin mavi sularına bakıp sıcak çayı yudumlamanın ve gazetemin iri puntoların uzağında kalmış kıyıda köşedeki ilginç yazıların dünyasına dalmanın tadı öyle güzel, öyle doyumsuzdu ki...O anda Edip Cansever'in çok sevdiğim "masa da masaymış ha" şiirini anımsadım. Karşıdan tekneler geçiyordu ve işte böyle güzel bir anda "dosttan öte" arkadaşlarımdan birinin cep telefonuma gönderdiği ve o günden beri de hep aklımda tuttuğum şu güzel mesajı mırıldandım kendi kendime:
"bizim ömrümüzde bir ırmak kenarı vardır
sularında hayallerimizi yüzdürdüğümüz
ömrümüzde dosttan öte insanlar vardır
ayrı kaldığımızda çook üzüldüğümüz"
Sonra bir iki masa ötede Fethiye'nin yerli halkından yaşlı insanların oturduğu masaya konuk oldum bir süre. Tanışıp çay içtik birlikte. Güzel ve keyifli bir sohbete daldık. Onlar anlattı ben dinledim. Ama ne yazık ki vakit sınırlıydı ve ben biraz da iki yıl önce geldiğim Fethiye'nin sokaklarını gezmek için izin istedim.
Şair Behçet Kemal Çağlar'ın "Kartalım ! gölgende hürdür bu vatan" dizesiyle taziyelerini sunduğu ilk hava şehidimiz pilot Fethi Bey anısına bu kente Fethiye adı verilmiş...Kentin antik çağdaki adı "telmessos"muş ve bilicilerin mekan tuttuğu bir yermiş. O günlerden kalmış olsa gerek bugün de Fethiye'nin işlek ve canlı sokaklarında adım başı bir falcıya rastlamak mümkün. Ya tarot falı, ya el falı, ya iskambil falı, ya kahve falı...
Kentin sokaklarındaki gezintimi bitirip gerekli alışverişlerimi yaptıktan sonra Kaş'a dönüş vakti gelip çattı. Tur aracımız akşam serinliğinde bizi bu kez Fethiye'den Kaş'taki otelimize götürüyor. Nefis akşam yemeğinin ardından artık dinlenme zamanı...
Ertesi gün Kaş'taki son günümüz...Erken kalkmak yok...Program hafif...Programda yarın için yalnızca Noel Baba'nın kenti Demre var...Sonrası Kaş'ta serbest gezi...
Noel Baba'nın Diyarı Demre
Noel Baba'nın diyarı Demre'ye (Myra) gitmek için yola koyulduğumuzda güneş artık iyice yükselmekteydi... Kaş Demre arası 25 kilometrelik keyifli yolculuğumuz sonrasında ilk işimiz Noel Baba olarak bilinen Saint Nicholas Kilisesini gezmek oldu...Noel Baba Kilisesi kadar kaya mezarlarıyla da ünlüdür Demre. Dağ yamacındaki Roma işi bakımlı tiyatro ve hemen yanındaki kaya mezarları ölümle yaşam alanlarının içiçeliğini simgeliyor adeta...Demre'deki tarihsel dokunun ve ağaçlardaki turunçların fotoğraflarını çekip vakitlice Kaş'a geri dönüyoruz...
Akşam yemeğinden sonra hem biraz kentin denize bakan çay bahçelerinden birinde çay içmek hem de bulabilirsem birkaç özgün el emeği göz nuru "Kaş hatırası" hediyelik eşya almak için kenti dolaşmaya çıktım. Çay bahçesinde çay içmek ve kısa da olsa yaz kış burada yaşayan Kaş insanıyla sohbet etmek güzeldi ama hediyelik eşya dükkanları ne yazık ki çoğunluğu uzakdoğudan ithal ürünlerle doluydu. Kaş'a özgü bir hediyelik eşya bulmak olanaksız gibiydi!
Akşamın geç saatlerinde "Habesos" adlı bir açık hava cafe-bar'ına gittim. Tur arkadaşlarımın bir bölümü de oradaydı. Keman, bağlama ve Gitar eşliğinde halk ezgileri ağırlıklı "canlı müzik" programına katıldık hep birlikte...Habesos, bu kentin en eski adıymış...Daha sonra Antifellos olmuş, karşısındaki Fellos kentinin limanı işlevini görmüş. Kente yakın zamana kadar Andifli denildiği olmuş ama en sonunda Kaş'ta karar kılınmış.
Adını Kaş'ın en eski adından alan küçük ama şirin cafe-bar'da kırmızı şarap eşliğinde dinlediğim güzel halk ezgilerinin ardından otelimize geri döndük. Gece otelin havuz başı öyle sakin, manzara öyle güzeldi ki daha önceden oraya giden arkadaşlarıma katılıp onlarla güzel bir "havuz başı sohbeti" yapmaktan kendimi alamadım. Oradaki arkadaşlarımla Akdeniz'den, yemeklerden, dostluk ve arkadaşlıktan, günümüzün yükselen değerlerinin insanı insana yabancılaştırdığından, şair Ahmet Erhan'ın güzelim "Akdeniz Lirikleri"nden ve nihayet Kayseri'nin ünlü yemeği "mantı"dan konuştuk...Çok güzel ve keyifli bir sohbetti...
Ertesi günse kahvaltı sonrasında ver elini Ankara deyip, Akdeniz'in büyülü güzelliğini ardımızda bırakarak Kaş'a veda ettik...
Bir Yolculuk Ne Zaman Biter?
Akdeniz'in cam mavisi güzelliğini geride bırakırken dönüp arkama baktığımda Aslı Erdoğan'ın, son çıkan denemeler kitabına başlık yaptığı soruyu sordum kendime: "bir yolculuk ne zaman biter?" Bu soruya çok değişik yanıtlar verilebilir. Bana göre bir yolculuk, o yolculuktan hiçbir iz kalmadığı zaman biter...Bu hayatımızdaki her türlü yol ve yol ayrımı için de böyle değil midir?